Wednesday, October 04, 2006

SAFLIĞIM BENİM

Burada, Bilkent Üniversitesi’nde acılar içinde bir hayat yaşıyoruz. Her haftaya bir kayıp haberiyle başlıyorum. Her hafta bir öğrencimin yakın bir akrabası ya da tanıdığı ölüyor. En çok dedeler, babaanneler ya da anneaneler ölüyor. Ya da “hocam, en yakın arkadaşımın dedesi” ölüyor. Dolayısıyla zavallı öğrencilerim ya ödevlerini yapmamış ya da bir sınav kaçırmış oluyorlar. Böyle bir durumda öne sürülen, önüme getirilen sebebin yalan olduğundan emin olsam bile karşımdakinin gözlerinin içine bakıp “Yalan söylüyorsun” diyemiyorum. Durum oldukça dokunaklı, dikkatle yaklaşılmasını gerektiriyor çünkü binde bir de olsa acı bir haberle gelen öğrencimin gerçekten yasta olma ihtimali var.

Eskiden, yani meslekteki ilk yıllarımda daha saftım. Öğrencilerimin beni gerçekten sevdiklerini, anneannelerin ve dedelerin sıraya girmişçesine peşpeşe öldüklerini, öğrencilerimin kopya çekme girişimleriyle bana ihanet ettiklerini, kişiliğime, şahsıma saldırdıklarını sanırdım. Oysa kediyi kedi olduğu için suçlayamazsınız. Kedi fareyi, köpek kediyi kovalayacaktır. Öğretmenler de öğrencileri. Yakalanan yakalayanı suçlayamaz; kaçanı da kovalayan.

Böyle saflıklarım vardır benim. Bazan bunun iyi birşey olduğunu düşünürüm. Şu çocuksu taraflarını korumakla ilgili romantik saçmalıklara zaman zaman ben de kapılırım. Ama işin bir de kötü tarafı var. Reklamlarda, burundaki siyah noktaları yok eden bir ürün çıktığını duyunca, “Aaa, siyah noktalara çare bulunmuş” diye düşünürüm. Reklamın büyük bir yalan olduğu hiç düşünmem, alttan hızla geçen, minik harflerle yazılan cümlede, aslında bu ürünün sadece 23 kişide test edildiğinin ve ürünün siyah noktaların yok edilmesine “yardımcı” olduğunun belirtildiği hiç aklıma gelmez.

Zamanın Şişli belediye Başkanı Gülay Aslıtürk yolsuzlukla suçlandığı zaman, bir TV programına katılıp elini kolunu sallaya sallaya, gözlerini belerte belerte “Veremeyeceğim hesap yok. Çiğ tavuk yemeyenin karnı ağrımaz!” demişti. İki gün sonra da arkasında bir çok suçlama bırakarak İngiltere’ye kaçmıştı. Bana ne oluyorsa, kendimi çok aldatılmış hissetmiştim.

Öyle erdem timsali falan değilim de, bir insanın bu kadar inançla, bu kadar fütürsuzca yalan söyleyebilmesi beni çok sarsmıştı, hala da sarsıyor. Bence yalan geçiştirmelerle, dolaylı cevaplarla söylenmeli. Bu direkt, kötü niyetle yalan söylemekten çok daha “erdemli” bir yol. Üç yıl aradan sonra tekrar sigaraya başladığımda bir süre gizli gizli sürdürdüm ilişkimi. Bir gün karım sigara kokusu alıp “Sen sigara mı içtin?” dediğinde, “Sigara mı? (-zaman kazanma manevrası) O da nereden çıktı?” (-dolaylı cevap, soruyla ve karşıdaki insanla hesaplaşmadan kaçış ve yalanı erteleme) demiştim. Gülay Aslıtürk olsa karımın gözünün içine bakarak “çiğ sigara içmeyenin burnu tütmez, aksini söyleyen şerefsizdir” diye cevap verirdi herhalde.

Beni olaydan çok daha sonra çarpan bir saflık/salaklık hikayesi de, yıllar önce Hasan Pulur’un okuduğum bir yazısına dayanıyor. Yazıda şöyle bir anekdot vardı: Japonya’da iş çıkışı saatinde Japon bir kız metroda oturmaktadır. Bir süre sonra yanındaki adam uyuyakalır ve adamın başı kızın omuzuna düşer. Kız adamı uyandırmak için hiç birşey yapmaz. Bu da metrodaki diğer yolcuların dikkatini çeker. “Nasıl bir genç kız tanımadığı bir adamın omuzunda uyumasına izin verir”, “Ahlak sükut etmiş” Gençlik dejenere olmuş” minvalinde birşeyler söylemeye başlarlar. Kız daha sonra, belki de adam uyanıp, durağında indikten sonra “Omuzumda uyuyan adamı tanımıyorum ama onun yorucu bir gün geçirdiğini, uykusuz olduğunu biliyorum. Benim insani görevim, zor durumdaki bu adama yardım etmektir” gibi birşeyler söyler. Herkes yaptığından utanır, erdem bir kez daha galip gelir.

Bu okuduğum uyduruk yazı nedense çocukluk benliğimde çok yer etmiş-belki hiç Kemalettin Tuğcu okumadığımdan didaktik duygusallığa ihtiyacım vardı. Yıllar sonra, 19-20 yaşlarımdayken benzer birşey geldi başıma. Otobüste yanımda oturan adam uyuya kaldı ve bir süre sonra başı omuzuma düştü. Önce rahatsız oldum. Sonra aklıma metrodaki Japon kız hikayesi geldi ve tıpkı o yolcular gibi kendimden utandım. Hiç kıpırdamadan önüme bakmaya devam ettim. Adam bir süre sonra uyandı ve çok utandı. Ben adamı rahatlatmak için ve temel bir erdemi savunmak için “Rahatsız olmayın, yatın yatın, rahat olun” dedim. Adamın şaşkınlığı geçti ve bana şüpheli şüpheli bakmaya başladı. Niyetimle ilgili kimbilir neler geçmiştir aklından.

2 Comments:

Blogger mAvi aDa'Nın güNcEsi said...

paralel hikayelerinizde çakışmalar yaşıyorum.. ben de kediyi kedi olduğu için suçluyorum bugünlerde.. öğrencilerimin sorumsuzluklarından yakınıyorum. ama aslında tam da kendilerinden bekleneni yaptıklarını farkediyorum.. bu durumu değiştirmek mümkün değil..sadece alışmak gerekecek sanırım, ama alışkanlıklar da hep sıradanlığı beraberinde getirmiştir.. bir de şu metro olayındaki uyuyakalanı rahatsız etmeme durumuna ilişkin bir anım var. milas-ist. arası yolculukta yanımdaki anne uyuyakalınca çocuğu da nefes almakta güçlük çekince ona kıyamamış ve kucağıma alıp uyutmuştum. diğer yolcular aramızda bu kadar hızlı ilerleyen yakınlığı anlayamamış, uyanan annenin de şaşkın ve teşekkür dolu anlamları bakışları beni çok mutlu etmişti. çocuk bir güzel uymuştu.. ilk başta eyvah bu yolculuk 3 kişi 2 kişilik koltukta nasıl geçecek diye başlamış, fakat annenin çok nazik ve beni rahatsız etmemeye yönelik davranışları sonucu, benim de sempatim artmış, yolculuk sonunda iki tarafında mutluluğu tattığı bir yolculuk yaşanmıştı. ramazan bitmeden sıcak pide ve tereyağı keyfi yamak istiyorum, tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi..

ah benim de saflığım...

6:03 PM  
Blogger mAvi aDa'Nın güNcEsi said...

This comment has been removed by a blog administrator.

6:03 PM  

Post a Comment

<< Home