Monday, December 24, 2007

Türk Usulü Demokrasi

Türk Usulü Demokrasi

Bugün Türkiye’de demokrasi sürecinin nasıl yaşandığını gördüm. Devlet düzeyinden değil, tabanda nasıl yaşandığından bahsediyorum. Hani, demokrasi bize beş numara büyük geliyor diyorlar ya, kim bilir, belki de haklılar.

Bugün kartlı su sırasında, bayram yoğunluğu sebebiyle bir saat geçirdim. Arefe günüydü ve su satışı sadece Kızılay Metro istasyonunda yapılıyordu. Bekleyişimin başı çok hareketliydi, sonra ortalık sakinleşti.

Sıraya gireli birkaç dakika olmuştu ki, yaklaşık 10 kişi kadar arkamda bir muhabbet başladı. Ben dinlemeye başladığımda yumuşak sesli bir adam şöyle diyordu:

-Hanımefendi, siz herhalde yabancısınız. Türkiye’de milletvekilleri bir seçimlerde görünürler, sonra yok olurlar. Sizin Avrupa ülkelerindeki gibi değil durum.

Hiç Türk’e benzemeyen ve belli belirsiz yabancı bir aksanla konuşan hanımefendi hiç alttan almadı: “Seçimlerden sonra siz düşeceksiniz onların peşine. Gel de şu halimizi gör diyeceksiniz”.

Sonra katılımcı halkımızdan bir iki ses daha yükseldi. Tam ne söylendi duymadım ama yumuşak sesli adam, “Hiç bir şey yapmıyorlar sonra da iki kişiden biri bize oy verdi diye geziniyorlar ortada” diye devam etti. Birkaç kişi adama karşı çıkmış olsa ki yumuşak sesli adam, “Tamam görüşünüze saygı duyuyorum ama siz oy veriyorsunuz bunlara, sefaletinize bizi de ortak ediyorsunuz, sizin yüzünüzden biz de sürünüyoruz” dedi.

Arkamdaki iki lise öğrencisi “Başkasına oy verince kuyruk bitecek mi? İyi o zaman sen söyle kime oy vereceğimizi” diye kestirip attı. O gençlerle biraz sonra derin bir muhabbete girecek olan iki yaşlıca adam bir şeyler söyledi. Ben tam ilgimi kaybedecekken garip görünümlü bir adam peydah oldu. Yumuşak sesli adamın yanına gidip elini kolunu sallaya sallaya bir şeyler söylemeye başladı. Alıcı gözle baktığımda, sıraya girerken adamı görmüş olduğu fark ettim. Aslında adamı değil de ayakkabılarını görmüştüm. Ayağındakiler en ucuzundan plastik, rugan parlaklığında lacivert spor ayakkabılarıydı. İnce turuncu ve mor çizgilerle ve kalın beyaz bantlarla süslü ayakkabı adamdan daha çok ilgimi çekmiş besbelli. Adamı baştan aşağı süzdüm. Kepçe kulaklı, kemerli ama küçük burunlu, ufaktan bir adamdı. Aklıma Haldun Taner’in fasarya hikayesi geldi. Beyaz boğazlı kazağının üzerine bej bir hakim yaka hırka, altına ise beyaz çizgili lacivert bir kumaş pantolon geçirmişti adam Bir de elbette o gözalıcı spor ayakkabılarını. Patlak gözleri ve kalın dudaklı küçük ağzı bir balığı hatırlatıyordu. Ama belli ki tatlı su balığı olmaya hiç niyeti yoktu. Her ne söylediyse, yumuşak sesli adam “Ben emekli bankacıyım. Sen kimsin, ne sıfatla soruyorsun bunları?” dedi. O an emekli bankacıya baktım. Başındaki lacivert örme beresi, gözlerindeki koyu renkli numaralı gözlüğü, -ki o gözlükleri seksenli yıllarda en son ben kullandım sanırdım- ve sırtındaki kahverengi paltosu, bana adamın muhtemelen Ziraat Bankası ya da Halk Bankası emeklisi bir veznedar olduğunu hissettirdi.

Ben bunları düşünürken patlak gözlü adam, banka emeklisine açıkça göz dağı vermeye başladı. Ne söylediğini tam duyamıyordum ama “Burada dikkatli konuşacaksın, lafını bileceksin burada” diye bağırmaya başladı. Adamın da üzerine yürüyordu bir yandan. Bankacı “Sen hiç düşündün mü bu kartlı su işini niye sadece Oyak Bank’a verdiler. Sen biliyor musun bunun sebebini?”diye sordu. “Doğru konuş. Sen buradan çıkınca görürsün” gibi bir şeyler geveledi patlak gözlü. Bunun üzerine emekli bankacının hemen arkasındaki koca kafalı tıknaz genç araya girdi. “Yürü lan manyak mısın nesin? Herkesin işi gücü var!” diyerek patlak gözlüyü iterek bankacıdan uzaklaştırdı. Patlak gözlüyü neredeyse tartaklıyordu tıknaz genç. Patlak göz arkasına bakarak, diliyle dişi arasında bir şeyler tıslayarak ilerledi ve bizim kuyruğa göbeğinden girdi. Adam şu an 10 kişi kadar önümdeydi. Önümdeki kadınlardan biri “Aa, manyağa bak. Ta oradan mı duyup da gelmiş” dedi. Yanındaki kadın diğerine cevaben, hislerime tercüman oldu: “Bir garip bu adam. Özürlü mü ne?”

Patlak gözlü bunları mı duydu nedir, bir daha celallendi. Bankacının üzerine “Sen görürsün, sen nasıl konuşulurmuş görürsün” diyerek yürümeye başladı. Emekli bankacı “Arkadaşım, bak sözlerin tehdide giriyor. Bak şikayet ederim seni, şuradaki insanları da şahit gösteririm..” derken, tıknaz genç partlak gözlüyü karşılamaya hazırlandı. Ama o anda Ajan Smithvari bir genç çıktı ortaya. Beni şaşırtacak kadar sarışın olan bu genç, patlak gözlüyü kolundan hoyratça çekerek sırasına götürdü. İşaret parmağını adamın yüzüne doğrultarak sert bir ifadeyle ama kısık bir sesle bir şeyler söyledi. Patlak gözlü gıkını çıkarmadı, sesini yükseltmedi. Sadece başını önüne eğdi, iki kez salladı. Ben de o sırada bu gence bakma fırsatı buldum. Lacivert takım elbise, beyaz gömlek, parlak turuncu bir kıravat, muhtemelen rugan ayakkabılar ve son derece kısa kesilmiş ama şekilli saçlar. Saç ve sakal traşına baksanız berberden yeni çıkmış derdiniz. Patlak gözlü bir şey söyleyecek oldu ama sert genç konuşmasına bile fırsat vermedi. Kısa, birkaç kelimeyle patlak gözlünün ağzını mühürledi gitti. Gariptir, o da gitti bir başka banko önünde uzayan kuyruğuna girdi.

O andan sonra patlak gözlü sürekli emekli bankacıya doğru baktı ve “ben sana gününü gösteririm” der gibi başını salladı durdu. Bunu yaparken yarı açık ağzındaki ayrık koyun dişleri ona iyice alık bir hava veriyordu ama açık konuşayım korktum. Biraz sonra bıçağını çekip emekli bankacıya saldıracak diye düşündüm. Patlak gözlü gişede işini bitirince, kalabalığın içinde birkaç amaçsız daire çizdi ve metro istasyonunu terk etti.

Sıram gelince paramı uzattım, kartımı uzattım. Kartımı geri alınca hala beklemekte olan emekli bankacıya son bir kez baktım. Yüzünü hafızama kazıdım. Önümüzdeki üç gün Hürriyet Ankara alıp adamın yüzünü arayacağım sayfalarda. Bir de Türk usulü demokrasiyi düşüneceğim.

Wednesday, December 05, 2007

Bulut ve Tanrı

Bugün 3 Aralık 2007.
Bugün oğlum ilk teolojik tartışmasını yaşadı ve “Allah diye biri yok!” diye kestirip attı.

Akşamları Bulut’u anaokulun alıyorum, sonra bir kilometre ötedeki bir binadan Emek’i alıyoruz ve eve gidiyoruz. Bazen Bulut’un sınıf arkadaşı Hasan Berke ve annesini de servis durağına bırakıyoruz. Berke ve Bulut iyi arkadaşlar. Bütün gün beraber olmalarına rağmen her akşam anaokulunun bahçesinde oynamak istiyorlar. Hep saklambaç oynuyorlar, her ikisi de hep aynı yere saklanıyor, Bulut ebe olduğunda hep 39’a kadar, Berke 20’ye kadar sayıyor ve her nasılsa bu garip oyunda çok eğleniyorlar.

Bu akşam Berke ve annesi de bizimleydi. Benim dikkatim yolda, bir yandan da Betül hanımla konuşuyordum. Bulut ve Berke Power Rangers oynamaya başladılar. Hangi Ranger’ın daha iyi olduğuna dair bir tartışma başladı. Bulut’un bir an “en büyük Mavi Ranger” dediğini duydum. Berke hemen cevabı yapıştırdı: “Hayır, en büyük Allah”. Bulut altta kalacak biri değil; hemen karşı saldırıya geçti:
- Allah diye bir şey yok!
- Hayır var.
- Yok dedim. Allah diye bir şey yok. Sadece insanlar Allah diye bağırır.
Tansiyon giderek yükseliyordu arka koltukta ama ben insanların Allah diye bağırmasına takıldım. “Bulut” dedim, “insanlar neden Allah diye bağırıyor, ne zaman bağırıyorlar?”. Doğrusu ya aklımda ezan vardı. “Yere bir şey düşürünce Allah diye bağırıyorlar”, dedi. “Allah diye bir şey yok” diye devam edince tartışma tekrar alevlendi. Berke “Allah var, var işte, var” diye bağırdıkça Bulut da “Yok diyorum sana” diye haykırıyordu. Biz büyükler de ne yapacağımızı bilemedik. “İnanıyorsan var, inanmıyorsan yok”, “Hayalet var mı? Süpermen var mı mesela” gibi çıkışlarla daha çok birbirimizin gönlünü hoş tutmaya, bir diğerimizi yargılamadığımızı göstermeye çalışıyorduk. Berke arabadan inmeden hemen önce tartışmaya yeni bir argüman kattı. “Allah var, bizi o yarattı”. Bulut 60 yaş civarındaki pek çok solcuyu mutlu edecek bir karşı argüman sundu. “Hayır, bizi Atatürk yarattı”. Berke arabadan inip Bulut’a gıcık vermeye devam etti. Bulut’un oturduğu tarafa geçti ve ağzını cama iyice yaklaştırıp “Allah var, Allah var” diye bağırdı. Bulut da “Yok, yok” diye çınlattı arabanın içini.

Bulut’tan bana “Baba, gerçek hayatta Allah diye bir şey var mı?” diye sormasını bekledim. Ama sormadı.
Neyse ki sormadı.

Tuesday, December 04, 2007

Bulut Diyalogları 7

Bulut Diyalogları 7

Emek koluna düşen saçı Bulut’a gösterir.
-Bulut bak, saç.
-Beyaz olan mı?
-Evet.
- O saç beyaz mı?
- Evet.
- Yaşlandığın için mi?
- Evet.
- Sen kaç yaşındasın?
- 38.
- 38, 39, 40 41, 42, 43…
- …
- 44, 45, 46, 47, 48.
- …
- 48 yaşına geldiğinde öleceğini düşünüyor musun?
- Hayır, ben daha uzun yaşamayı düşünüyorum
- 48, 49. Peki, 49 yaşına geldiğinde ölecek misin?
- Daha da uzun yaşamayı düşünüyorum.
- …..
-…..
- Babam da yaşlanıp ölünce bütün görevleri benim yapmam gerekecek.
- Ne?
- Babam da yaşlanıp ölecek, sen de yaşlanıp öleceksin ya, o zaman görevleri benim yapmam gerekecek.

O ana kadar gülmesini zor bastıran Emek kahkahayı patlatınca Bulut bozulur ve konuşma biter. Daha sonra söz konusu görevleri merak ettiğimiz için konuya tekrar girdik.

- Bulut!
-Efendim, anne.
- Hani, babam da, sen de ölünce bütün görevler bana kalacak demiştin ya. Bu görevler nedir oğlum?
- Bilgisayarda oyun oynamak, kendi kendime banyo yapmak ve yemek yapmak gibi şeyler yani.

Bulut Diyalogları 6

Bulut büyüdükçe daha sık kavga ediyoruz. Bir sabah herkes birbirine bağırdıktan sonra Bulut nihai yorumunu yaptı: “Artık hiç kimseyi sevmiycem. Annemi de sevmiycem, babamı da sevmiycem, ama kendimi sevicem.

Yatak odasında Emek ve Bulut kavga ediyorlar. Ben salondan gülerek dinliyorum çünkü Bulut Emek’e şöyle diyor: Sen bana bağıramazsın. Sen benim babam değilsin.

Monday, December 11, 2006

Gerçeği kabullenme

Gerçekliği Kabullenme

Bir kaç arkadaşıma şu soruyu sordum: “Çocuklarda gerçek kavramı ne zaman gelişiyor? Gerçekliği ne zaman kabulleniyor çocuklar?” Bu benim için önemli bir soru çünkü Bulut’la yaşadıklarımızdan gördüm ki çoğu kavgamızın sebebi Bulut’ta, yaşının gereği, henüz gerçeklik kavramının oluşmadığı, yeterince gelişmediğidir. Bir Pazartesi sabahı biz aceleyle işe gitmeye çalışırken Bulut sallana sallana giyiniyor, ayakkabılarını giyerken oyun oynuyor, arabaya yürürken yerde birşey görüyor ve onunla oyalanıyor ve bu arada sürekli ilgisiz konularda sorular soruyor. Ne’den ilgisiz sorular bunlar? Gerçeklikten. Bizim için o an tek bir gerçek var: Bir an önce iş yerine ulaşmalıyız yoksa başımız belaya girebilir. Oysa Bulut’un böyle bir kaygısı yok; acele etmesi gerektiğini kavrayamıyor. Biz onu bir yana çekiştiriyoruz, kendi gerçekliği ise bir başka yana. Ve kavga çıkıyor, kıyamet kopuyor. İçinde yaşadığımız gerçeklik çok da meftunu olduğumuz birşey değil; bize dayatılan, zorunlu olduğumuz bir gerçeklik. Ama yine de o güzel oğlumuzu içine çekmek için çaba sarfettiğimiz bir gerçeklik bu. Ancak böyle yaparak onu da normalleştireceğiz.

Bu konuda konuştuğum arkadaşlarımdan birisi bırak çocukları, zamane gençlerinde hatta yetişkinlerinde bile gerçeklik kavramının olgunlaşmadığını söylüyor. Kastettiği şimdiki gençlerin akıllarının bir karış havada olduğu, sorumluluklarının, hayatın onlara getirdiği kısıtlamaların farkında olmadığı. Katılmamak elde değil. Tiriti çıkmış bir moruk gibi görünmek istemem ama özel bir üniversitede 11 yıldır çalışan biri olarak, en azından benim içli dışlı olduğum kimi gençlerin bu gerçeklik hissinden gittikçe uzaklaştığını düşünüyorum.

Şöyle bir örnek vereyim: Geçen yıl sınıfımda üç öğrenci dikkatimi çekti. Bu öğrenciler devamsızlık haklarını dönemin başında kullandıkları için dönem ortasından sonuna kadar hiç bir dersi kaçırmadılar. Derslerimin eğlenceli olduğunu düşünürüm; elbette tamamen yanılıyor da olabilirim. Bu üç kişi yağmur çamur demeden bütün derslere geldiler. Ben onlara söz vermedikçe hiçbir tartışmaya katılmadılar, hiçbir soru sormadılar, hiç bir ödevi yapmadılar. Oysa ki benim dersimde geçip kalma yüzde yetmiş oranında bu ödevlere bağlıdır. Ve üniversitede geçme notu yetmiştir. Yani ödevleri yapmayan birisinin allame-i cihan da olsa geçme şansı yoktur. Basit matemetik işlemleri bunu açıkça göstermektedir. Ama bu üç öğrenci derslere gelmeye devam ettiler. Kimi zaman yakalarına yapışıp, “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Ödevlerin hiçbirini yapmadınız, dönem sonunda yüzde yirmilik bir finale girerek geçemezsiniz? Çoktan kaldığınızın farkında değil misiniz” demek istedim. Bir süre sonra beni bir süphe aldı: Yoksa bu çocukların gizli bir planı mı vardı? Çoktan kalmış olduklarını anlamış olmamaları imkansızdı, demek ki gizli bir panları vardı. Acaba son anda ortaya çıkıp “Hocam, bizi geçireceksiniz, yoksa ....” deyip eski zamanlarda çekilmiş uygunsuz fotoğraflar mı çıkaracaklardı ortaya? Ellerinde bir ses kaydı ya da video görüntüsü mü vardı? Kendimi yokladım; geçmişime gittim ve hayatımın hiç bir döneminde, bugün bana karşı kullanılabilecek yeterince ilginç birşey bulamayacaklarına karar verdim. Merakla son derse kadar bekledim ve hiçbir şey olmadı. Bütün yıl boyunca sürdürdükleri sessizlikleriyle veda ettiler dersime. Şimdi dersi tekrar alıyorlar ve benimle yaşadıkları tecrübe onların gerçeklik hislerine katkıda bulundu mu merak ediyorum.

Bulut’a gelirsek, benim güzel oğlum gerçeklik kavramıyla yüzleşmeye başladı. Bir zamanlar evde “ben kaplanım” diye dolaşıyordu. Sonra Örümcek Adam oldu, hopladı zıpladı mobilyalara tırmandı. Derken hayatına başka süper kahramanlar da girince duruma müdahele ettik. Aslında tek bir korkumuz vardı: Haberlerde duyduğumuz, kendini Pikaçu sanıp balkondan aşağı atlayan çocuk gibi bir boş anımızda, bir nara atarak kendini boşluğa bırakması (Bir süre pencere bile açmadık). Defeaten kendisine gerçek hayatta süper kahraman diye birşeyin olmadığını söyledik. O da ikna olmuş göründü. Sonra cümlelerimizde geçen herşeyin gerçek hayatta olup olmadığını sormaya başladı: Gerçek hayatta kaplan var mı? Gerçek hayatta aydede var mı? Gerçek hayatta kamyon var mı? Gerçek hayatta mamut var mı? Şimdilerde bu soruları daha az soruyor. Kategoriler yerlerine tam oturmadıysa da, gerçeklik kavramı bazen keyfi, bazen de beyefendinin keyfine göre düzenleniyor olsa da, artık bazı şeylerin sadece filmlerde, bazı şeylerinse gerçek hayatta olduğunu biliyor.

En son gerçek hayatta hırsız diye birşeyin var olduğunu öğrendi. Evde olmadığım bir akşam Emek’le yakınlardaki bir alışveriş merkezinde önce oyuncakçıya, sonra kitapçıya uğrayıp bir kitap almışlar Bulut’a. Yemek yemişler ve alış veriş merkezinden tam çıkarlarken Emek kitabı yemek masasında bıraktıklarını farketmiş. Durumu Bulut’a bildirip onu yemek yedikleri yere doğru çekiştirmeye başlamış. Bulut yine oyun gerçekliğinde olduğu için, sallanıyor, oyalanıyor sağda solda gördüklerine takılıyormuş. Emek “Bulut, hadi çabuk olalım, bak yoksa birisi alır kitabını” deyince, Bulut bir an duraklamış, “Gerçek hayatta hırsız var mı?” diye sormuş. Evet cevabını alınca da menzile doğru hızla koşmaya başlamış.

Bu konudaki en çarpıcı şey Bulut’un hayali ailesiyle ilgili bir gelişme. Bilmeyenler için tekrar yazayım Bulut’un yaklaşık üç yıldır hayali bir ailesi var. Anne Ayşe ve baba Falit’e zamanla dedeler, abiler ve ablalar da katılmıştı. İki hafta önce Bulut ve Emek bir dükkana girerken Bulut yol üzerindeki bir arabayı gösterip “Bak, bu Falit’in arabası” demiş. Emek hemen “Aa, belki Falit de bu dükkandadır, hadi gidip onu bulalım” demiş. Bulut aniden parlamış ve “gerçek hayatta Falit diye birinin olmadığını biliyorsun” demiş. Emek, “Ama oğlum, sen hep anlattığın için biz Falit’i gerçek sandık” diye itiraz edecek olmuş. Bulut hemen hikayeyi değiştirmiş: “Gerçekti ama Falit savaşa gitti ve orada öldü.” “Peki, Ayşe nerede şimdi?” “O da savaşa gitti, o da öldü.” “Çocuklar?” “Onlar da...”

Hikayeyi bildiğim için daha sonra ben de konuyu açtım ve yine aynı cevabı aldım ama Falit hala zaman zaman hortluyor. Bulut, Falit’i tam olarak öldüremiyor, gerçek dünyada var olmayı tam olarak kabul edemiyor. Ama gerçekliğe geçişin bir aşaması olan gelecek planları yapıyor Bulut: benim oğlum büyüyünce fabrikada çalışacakmış.

Bulut ilkokula gitmek istemiyor çünkü ilkokul öğrencilerinin okula tek başlarına gittiğine dair bir saplantısı var ve benim canım oğlum okul yolunu tek başına bulamayacağını düşünüyor. Bu yüzden de anaokulundan sonra bir fabrikada çalışmaya karar vermiş. Emek’le yaptıkları bir konuşmada bunu açıkça dile getirmiş. Konuşma nasıl başlamış tam bilmiyorum ama şöyle gelişmiş:

- Ben ilkokula gitmiycem.
- (Merakla) Niye oğlum.
- (Ağlamaklı bir sesle) Ben nasıl gidicem kendi başıma, yolları bilmiyorum.
- Biz seni götüreceğiz oğlum.
- Zaten büyüyünce arabayı da ben kullanıcam.
- İyi ya işte oğlum, kullanırsın arabayı büyüyünce.
- (Ağlamaklı bir sesle) Ama ben yolları bilmiyorum.
- Babanla ben senin yanına otururuz....
- (Kızgınlıkla) Önde bir kişilik yer var.
- Birimiz öne, birimiz de arkaya otururz, sana sağa git, sola git, deriz.
- (Yılgınlıkla ve ağlamaklı bir sesle) Ben sağımı solumu da bilmiyorum. Okula nasıl gidicem?
- O zaman oğlum sen anaokulunu bitirince çalışmaya başlarsın.
- (Sevinçle) Tamam. Ben fabrikada çalışırım.
- ......
- Fabrika yakın mı?
- Yakın oğlum, hemen evin yanında.

Oğlum büyüyünce, yani anakolunu bitirince, fabrikada çalışacak. Üniversite sınavı gibi dertleri olmayacak. Üstelik de aile bütçesine katkıda bulunacak. Bir baba olarak başka ne isteyebilirim ki? Hayırlısıyla bir de askerliğini çıkarsa aradan, çünkü gerçek hayatta askerlik diye birşey var.

Wednesday, October 04, 2006

Bulut Diyalogları 5

Vakit bir hayli ilerlemiş. Saat 10:30 ve Bulut yatak odasına gitmek üzeredir.
Bulut: Anne çok heyecanlıyım.
Emek: Niye oğlum?
Bulut: Uyuyacağım için.

Bulut’la hayvan resimlerine bakıyoruz
Şenol: Bulut, bak bu engerek yılanı, bu kral çita, bu Amerikan Timsahı....
Bulut: Baba, hayvanların soyadı mı var?

SAFLIĞIM BENİM

Burada, Bilkent Üniversitesi’nde acılar içinde bir hayat yaşıyoruz. Her haftaya bir kayıp haberiyle başlıyorum. Her hafta bir öğrencimin yakın bir akrabası ya da tanıdığı ölüyor. En çok dedeler, babaanneler ya da anneaneler ölüyor. Ya da “hocam, en yakın arkadaşımın dedesi” ölüyor. Dolayısıyla zavallı öğrencilerim ya ödevlerini yapmamış ya da bir sınav kaçırmış oluyorlar. Böyle bir durumda öne sürülen, önüme getirilen sebebin yalan olduğundan emin olsam bile karşımdakinin gözlerinin içine bakıp “Yalan söylüyorsun” diyemiyorum. Durum oldukça dokunaklı, dikkatle yaklaşılmasını gerektiriyor çünkü binde bir de olsa acı bir haberle gelen öğrencimin gerçekten yasta olma ihtimali var.

Eskiden, yani meslekteki ilk yıllarımda daha saftım. Öğrencilerimin beni gerçekten sevdiklerini, anneannelerin ve dedelerin sıraya girmişçesine peşpeşe öldüklerini, öğrencilerimin kopya çekme girişimleriyle bana ihanet ettiklerini, kişiliğime, şahsıma saldırdıklarını sanırdım. Oysa kediyi kedi olduğu için suçlayamazsınız. Kedi fareyi, köpek kediyi kovalayacaktır. Öğretmenler de öğrencileri. Yakalanan yakalayanı suçlayamaz; kaçanı da kovalayan.

Böyle saflıklarım vardır benim. Bazan bunun iyi birşey olduğunu düşünürüm. Şu çocuksu taraflarını korumakla ilgili romantik saçmalıklara zaman zaman ben de kapılırım. Ama işin bir de kötü tarafı var. Reklamlarda, burundaki siyah noktaları yok eden bir ürün çıktığını duyunca, “Aaa, siyah noktalara çare bulunmuş” diye düşünürüm. Reklamın büyük bir yalan olduğu hiç düşünmem, alttan hızla geçen, minik harflerle yazılan cümlede, aslında bu ürünün sadece 23 kişide test edildiğinin ve ürünün siyah noktaların yok edilmesine “yardımcı” olduğunun belirtildiği hiç aklıma gelmez.

Zamanın Şişli belediye Başkanı Gülay Aslıtürk yolsuzlukla suçlandığı zaman, bir TV programına katılıp elini kolunu sallaya sallaya, gözlerini belerte belerte “Veremeyeceğim hesap yok. Çiğ tavuk yemeyenin karnı ağrımaz!” demişti. İki gün sonra da arkasında bir çok suçlama bırakarak İngiltere’ye kaçmıştı. Bana ne oluyorsa, kendimi çok aldatılmış hissetmiştim.

Öyle erdem timsali falan değilim de, bir insanın bu kadar inançla, bu kadar fütürsuzca yalan söyleyebilmesi beni çok sarsmıştı, hala da sarsıyor. Bence yalan geçiştirmelerle, dolaylı cevaplarla söylenmeli. Bu direkt, kötü niyetle yalan söylemekten çok daha “erdemli” bir yol. Üç yıl aradan sonra tekrar sigaraya başladığımda bir süre gizli gizli sürdürdüm ilişkimi. Bir gün karım sigara kokusu alıp “Sen sigara mı içtin?” dediğinde, “Sigara mı? (-zaman kazanma manevrası) O da nereden çıktı?” (-dolaylı cevap, soruyla ve karşıdaki insanla hesaplaşmadan kaçış ve yalanı erteleme) demiştim. Gülay Aslıtürk olsa karımın gözünün içine bakarak “çiğ sigara içmeyenin burnu tütmez, aksini söyleyen şerefsizdir” diye cevap verirdi herhalde.

Beni olaydan çok daha sonra çarpan bir saflık/salaklık hikayesi de, yıllar önce Hasan Pulur’un okuduğum bir yazısına dayanıyor. Yazıda şöyle bir anekdot vardı: Japonya’da iş çıkışı saatinde Japon bir kız metroda oturmaktadır. Bir süre sonra yanındaki adam uyuyakalır ve adamın başı kızın omuzuna düşer. Kız adamı uyandırmak için hiç birşey yapmaz. Bu da metrodaki diğer yolcuların dikkatini çeker. “Nasıl bir genç kız tanımadığı bir adamın omuzunda uyumasına izin verir”, “Ahlak sükut etmiş” Gençlik dejenere olmuş” minvalinde birşeyler söylemeye başlarlar. Kız daha sonra, belki de adam uyanıp, durağında indikten sonra “Omuzumda uyuyan adamı tanımıyorum ama onun yorucu bir gün geçirdiğini, uykusuz olduğunu biliyorum. Benim insani görevim, zor durumdaki bu adama yardım etmektir” gibi birşeyler söyler. Herkes yaptığından utanır, erdem bir kez daha galip gelir.

Bu okuduğum uyduruk yazı nedense çocukluk benliğimde çok yer etmiş-belki hiç Kemalettin Tuğcu okumadığımdan didaktik duygusallığa ihtiyacım vardı. Yıllar sonra, 19-20 yaşlarımdayken benzer birşey geldi başıma. Otobüste yanımda oturan adam uyuya kaldı ve bir süre sonra başı omuzuma düştü. Önce rahatsız oldum. Sonra aklıma metrodaki Japon kız hikayesi geldi ve tıpkı o yolcular gibi kendimden utandım. Hiç kıpırdamadan önüme bakmaya devam ettim. Adam bir süre sonra uyandı ve çok utandı. Ben adamı rahatlatmak için ve temel bir erdemi savunmak için “Rahatsız olmayın, yatın yatın, rahat olun” dedim. Adamın şaşkınlığı geçti ve bana şüpheli şüpheli bakmaya başladı. Niyetimle ilgili kimbilir neler geçmiştir aklından.

Wednesday, September 27, 2006

Yaşanmış Türk Halk Hikayeleri

a.
İstanbul’da yatılı bir okulun yatakhanesinde beş-on oğlan çocuğu büyük bir hayret ve merakla, bir pencerenin önünde toplanmış, dışarıya, gecenin karanlığına bakıyorlar. Gökyüzünde ışıklar saçan bir UFO vardır. Hikayeyi bana anlatan arkadaşıma bakılırsa gökyüzünde gerçekten de bir UFO varmış; daha doğrusu parlak bir ışık topu. Bu sırada hikayeyle pek de ilgilenmeyen çocuklardan biri, sıkkın sıkkın diğer pencereden bakarken, birden “Göt, göt!” diye bağırır. Karşı apartmanda dünyadan habersiz, banyodan çırıl çıplak çıkmış bir adam giyinmeye başlamıştır. Heyecanla UFO’yu seyreden çocuklar bir çırpıda pencere değiştirip banyodan çıkan adamı dikizlemeye başlarlar. UFO akıllardan çıkar gider. Sonra ne oldu diye sordum arkadaşıma ama hatırlamıyormuş.

b.
Kalp krizi geçirip hastanede bir süre yattıktan sonra taburcu edilen bizim oralı bir adamın hikayesidir bu. Adam gelir kurulur yatağına. Sağ olsunlar bakanı, seveni, ziyaretine geleni de eksik olmaz. İşte bu gelenlerden biri vedalaşıp evden çıkar ama bir kaç dakika sonra geri döner. Arabanın aküsü bitmiş; ittirip, vurdurup çalıştırmak gerekmektedir. İki arkadaş arabanın başına giderler; araba sahibi adama direksiyona geçmesini söyleyince, bizimkisi “Ne demek,” der “kırk yılda bir ziyaretime gelmişsin, bir de sana araba mı ittirecem”. Arkadaşı ısrar etse de bizimkisi Nuh der peygamber demez, itmeye başlar arabayı. O sırada ikinci bir kriz gelir. Üstelik adamı hastaneye yetiştirecek bir araç da yoktur.

Sıcak Ekmek

En son ne zaman sıcak ekmek yediniz? Ama öyle tost makinesinde ısıtılmış, mini fırında kururtulmuşundan değil. Üzerinde piştiği fırının sıcaklığı olan ekmekten bahsediyorum.

Ben geçen hafta neredeyse yiyordum. Gittiğim süpermarkette acele etmeden, aylak aylak alış veriş yapıyordum. Sonra aklıma ekmek almak geldi ve unlu mamüller bölümüne yollandım. Elime aldığım ekmeğin sıcak olduğunu görünce, birden ekmeğe tereyağ sürüp yemek geldi içimden. Alış verişi hemen hızlandırdım. Reyonların arasından neredeyse koşarak geçtim; koştukça ağzım sulandı. Çocukken yediğim tereyağlı ekmekler geldi aklıma, ağzım sulandı ben hızlandım, ben hızlandım ağzım sulandı. Kasaya giderken sepetimdekilerin çoğunu bırakıp ekspres kasaya gitmek geldi aklıma. En yakındaki standdan sola dönüp acil ihtiyacım olmayanları rastgele bir yere bıraktım. Sonra hızla expres kasaya seyirttim.

Ne zaman acelem olsa gidip ya en kalabalık kasayı ya da en beceriksiz kasiyeri bulurum. Bunu düşünecek zamanım yok, zaten diğer ekspres kasa marketin taa diğer ucunda. Hem bu kasa arabayı park ettiğim yere daha yakın. Çabucak iç hesaplaşmayı bitirip, birkaç kişiyi alış veriş arabamla sıkıştırarak kasaya yöneldim. Bir yandan işini hızlı yapsın diye imalı imalı kasiyere baktım, bir yandan da kasiyerin bir kişinin işini bitirme süresini tartıp, kaç dakika sonra arabada olabileceğimi hesapladım. O derece sabırsızlandım ki alış veriş arabamı olduğum yerde kısa hareketlerle ileri geri sürüyordum.

İnsanın kaderi kolay değişmez. Kasiyer yine yavaştı, belki de işe yeni başlamıştı ya da stajyerdi. Bunları önemli olduğu için söylemiyorum. Önemli olan ekmeğin hala sıcak olmasıydı. Bir bebeğin ateşini ölçer gibi arada bir elim ekmeğe uzanıyordu. Cüzdanımı hatta elimdekilerin tahmini tutarına yakın bir miktar nakiti elimde hazır tutuyordum.

Sonunda kendimi arabada buldum ve hızla sürmeye başladım. Akşamın ileri saatleriydi ve neyseki trafik yoktu. Ama yine de hiç acelesi olmadığı için ya da sadece yaşlılıktan yavaş yavaş gidenlere kornalar çalarak, uygunsuz yerlerde sollamalar yaparak, hiç yapmadığım kadar hızlı ve gözü kara sürerek arabamı eve yaklaşıyordum. Işıkta beklemek çok azap veriyordu çünkü geçen her saniye de ekmek biraz daha soğuyordu. Üstelik alış veriş torbası bağajda olduğu için yavrumun ateşini de ölçemiyordum. Eve yaklaştıkça tediriginliğim arttı. Eve yaklaştıkça kırmızı ışıklarda durmamaya başladım. Yola baktım boşsa geçtim. Daha önce hiç böyle birşey yapmamıştım çünkü işin ucunda alış veriş torbasında soğumuş, cansız bir ceset bulmak da vardı. Apartmanın park yerine iki giriş var. Hangisine yönelsem diye düşünürken az kalsın bisikletli bir çocuğa çarpacaktım. Park ettiğimde çizginin dışında kalmıştım ama şimdi bununla ilgilenemem. Gerekirse tereyağlı ekmeğimi yedikten sonra gelir düzeltirim.

Bagajdan torbamı aldım. Ekmek soğumuşsa o an bütün keyfim kaçacaktı. Ben de işin en azından keyfini uzatmak için ekmeği kontrol etmedim, hızla asansöre yöneldim. O an keşke marketten tereyağ da alsaydım diye düşündüm. O zaman ekmeği arabada yiyebilirdim. Ekmeğin uç kısmından büyükçe bir parça koparır, parçayı boydan boya yarardım. Tereyağ paketinin yarısını açar, kapalıkalan tarafından tutarak, ekemeğin bütün içi yüzü boyunca yukarı aşağı, yukarı aşağı sürerdim. En az 15 dakika kazanırdım, bir sürü de risk almak zorunda kalmazdım.

Zaman görecelidir. Asansörde geçen zaman her zamankinden daha uzun sürdü. Ayakkabılarımı çıkarmadan mutfağa gittim, buzdolabını açtım, çekmeceden bıçağı çıkardım. Neden bilmem aklıma Matriks filmi geldi. Ekmeği almak için torbaya uzandım.







Ekmek soğumuştu. Tereyağı buzdolabına geri koydum. Kızamayacak, küfür edemeyecek kadar keyifsizdim. Hem zaten kime küfür edecektim ki? Telefon edip bir kıymalı pide sipariş ettim. Evde kola vardı.

Geçen hafta neredeyse sıcak ekmek yiyecektim. Yiyemedim. İşte böyle oldu. Aslında tam böyle olmadı. Şöyle oldu: alış verişimi hızla bitirdim. Boş bir kasadan çabucak geçtim, arabamı buldum. Kırmızı ışıkta geçmedim, kimseyi sıkıştırmadım. Her zamanki gibi temkinli, uslu sürdüm arabamı. Asansörde sabırsızlandığım doğru ama eve vardığımda ekmek ne sıcaktı ne de soğuk. Ilık ekmeğe yağı sürüp yedim. Hiç de olağanüstü bir şey değildi yani. Çocukken yediğim sıcak ekmeklerin yanına bile yaklaşamıyordu. İlk dilimden sonrakileri bir görev duygusuyla, sadece doymak için yedim. Pide falan da istemedim yani. Evde kola da yoktu. İşin doğrusu bu ama yazılacak, anlatılacak birşey olamayacak kadar sıradan bir şey değil mi bu?

İnsan yaşadığı tatminsizliğin bile biraz kayda değer olmasını ister di mi?

Friday, June 09, 2006

Futboldan Anladığım

Bir kaç hafta önce Galatasaraylıların şampiyonluğu kutlamaya başladığı gün sınıfa girdiğimde futbol konuşuluyordu. Bu yüzden bir öğrencim “Hocam siz de mi şeysiniz?” dediğinde, Fenerbahçeli olmaktan bahsettiğini anladım, ve “Ben hiç birşey değilim” dedim. Çocuklar dönemin son sınavına girecekti ama sınav sırasında bile hala futboldan bahsediyorlardı. Sonraki sabah birlikte son dersimizi yaptığım sınıfta, final sınavıyla ilgili hayati bir konu anlatırken bir öğrencinin önündeki kağıda Beşiktaş amblemi çizmiş ve Pascal Nouma ve Team Spirit yazmış olduğunu gördüm.

Şimdi düşünüyorum da ben gerçekten de hiç birşey değilim. Futbol çılgınlığına bir uzaylı gibi bakıyorum. Ama imrenmiyor değil doğrusu. Bu erkeklerin askerlik muhabbeti gibi her türden, her sınıftan insanı kaynaştıran bir konu ve böyle bir konunun rahatlığını, sıcaklığını ben de yaşamak istiyorum bazan.

Ama mümkün olmuyor. Galiba çok geç kaldım insanlarla aramda hayati bir bağ oluşturabilecek böyle bir konuyla ilgilenmek için. Çocukken bütün kardeşlerim Beşiktaşlı’ydı, ben de bir süre Beşiktaşlı olmuştum. O zamanlar Feyyaz, Sarı Fırtına Metin, Atom Karınca Rıza (umarım doğru hatırlıyorumdur) gibi adamlar oynuyordu. Hatta nereden bulduysak bir çıkartma kitabımız bile olmuştu. Fikstür ne demek o zaman öğrenmiştim. Daha eskilerin sağ haf, sol bek gibi terimlerini biliyorum ama bir yerde, bir zaman futboldan da futbol jargonundan da tamamen kopmuşum. Şu günlerde “kademe” ne demek, kademeden nasıl yükserilir anlamaya çalışıyorum.

Bir keresinde, yaklaşık 10 yıl kadar önce, sebat etmiş televizyonda iki hakemin tartışmasını 30 dakika boyunca dinlemiştim. Gerçek bir merekla dinlemiş ve olabildiğince zihin berraklığıyla anlamaya çalışmıştım. 30. dakikada tüm ciddiyeti kaybettim. Anıra anıra gülmeye başladım. Yarım saat bir şeyi dinleyip de hiç birşey anlamamak çok komik gelmişti bana.

Ben de Zeynep gibi anlamıyorum bu futbol çılgınlığını. Eskiden bu fenomeni işşsizlerin işi, umutsuzların meşgalesi, yarım akıllıların saplantısı gibi görürdüm. Sonra fark ettim ki hayatımı gözü kapalı ellerine teslim edeceğim kadar güvendiğim ve sevdiğim insanlar futbolu çılgınca seviyorlar ve hiç de yarım akıllı değiller. Ama yine de hem futbolcuların hem de futbol yöneticilerinin zeka yaşıyla ilgili çok spekülasyon yapıldığını hatırlatmak isterim. Bu konudaki anekdotlar benim gibi ilgisiz birine bile ulaştı. Birkaçını hatırlatabilir miyim?

Belki sadece bir yakıştırmadır ama Trabzonlu bir futbolcunun yarım bıraktığı bulmaca ele geçirilmiş. Sorular ve verdiği bazı cevaplardan hatırladıklarım: Bir bağlaç: İp, On bir ayın Sultanı: TürkanŞ (Türkan Şoray’ın Ramazan karelerine sığmış hali).

Bir arkadaşım Televole sadece futbol magazini programıyken izlediği bir bölümde şunu görmüş: Futbolculara, “futbolcu olmasanız ne olurdunuz?” sorusunu sormuşlar ve genelde alınan cevaplar doktor, avukat, mühendis olmuş. Buraya kadar normal görünüyor. Arkadaşım şu noktaya dikktimi çekti: verilen cevaplar beş yaşındaki çocukların verdiği cevaplarla birebir örtüşüyor. Arkadaşım bundan futbolcuların zeka yaşıyla ilgili sonuçlar çıkarmıştı.

Bir kaç yıl önce Tan Sağtürk’ün başlattığı “gay” tartışması vardı. Sağtürk bir muhabirin baletlerin çoğunun gay olduğu iması üzerine, gayliğin herhangi bir meslekle bağlantısı olmadığını, örneğin futbolcular arasında ne kadar gay varsa baletler arasında da o kadar gay olduğunu söylemişti. Futbolcular hemen konunun üzerine atlamış ve yaptıkları yorumlar şu ana kadar yazdıklarıma rahmet okutmuştu. Keşke ayrıntıları hatırlayabilseydim.

Son olarak geçen hafta karımın bana gösterdiği, 2 Haziran 2006’da Radikal’de yayınlanan bir haberden alıntı yapayım. Mersin Beşiktaşlılar Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören konuşmasını şöyle bitirir: “Beşiktaş, birlik ve beraberlik içinde olursa aşamayacağı hiçbir engel yok. Sizlerle beraber bütün engelleri aşacağız. O kadar büyük bir külübüz ki erişemedikleri için bizi aşağıda göstermek, kötü göstermek istiyorlar, ama benim tek bir lafım var, tek Cumhuriyet Türkiye, tek büyük Beşiktaş” (vurgu bana ait ama eminim Demirören de konuşmasının burasında çoşup biraz vurgu yapmıştır).

Şimdi elbette “aslolan futboldur, oyundur”, oyuncular araçtır diyenler olacaktır; zeki, duyarlı futbolcuların olduğu öne sürülecektir. Her meslek grubunda yeterince, hatta yeterinden fazla gerzek olduğu hatırlatılacaktır bana. Muhtemelem haklılar. Referanslarım geçen yüzyıla ait olacak ama Beşiktaşlı Feyyaz’ın lakabının Kibar Feyzo olduğunu, Karınca Ezmez Şevki diye bir futbolcudan bahsedildiğini hatırlıyorum. Yakından tanıdığım karikatür camiasında pek çok yarım akıllı olduğunun da farkındayım ama sanki genele bakıp, futbolu karikatürle karşılaştırırsak, ya da tıpla, ya da eğitimle, teşbihte hata yaparız gibi geliyor bana.

Neyse, önümüze bakacağız.