Friday, February 24, 2006

Son Çizdiklerimden...

Son çizdiklerimden biri. Sadece belli bir nesneden oluşan peysaj fikrini seviyorum. Güzel espirilere olanak sağlayan bir yaklaşım bu.

Bulut'un Son Dönem Portre Çalışmaları

Bulut güzel resimler yapıyor. Son dönem portre çalışamalarından örnekler koyuyorum. Her çocuk gibi Bulut da kendi konularını kendisi seçiyor. Bir kaç kez "Hadi şimdi de dedenin resmini yap" gibi yönlendirmelerde bulunduysak da işe yaramadı. Aşağıda (yukarıdan aşağıya) Otoportre, Atatürk1, Atatürk 2, Şenol 1, Şenol 2 ve Emek çalışmaları var.







Monday, February 20, 2006

Seyir Defteri- Trial Versiyon

Şubat Bülteni: Şenol Bezci Babalığı Masaya Yatırıyor

Bu günlerde Babam ve Oğlum filmi çok revaçta. Bu rüzgarı da arkama alarak biraz Bulut’tan, baba olmaktan ve sair konulardan bahsetmek isterim. Bu baba olmak olayı öyle karmaşık bir şey ki nereden başlanır, ne yazılır bilmiyorum. İyisi mi kronolojik sırayı takip edeyim.

Çocuk Sahibi Omak ya da Olmamak: İşte mesele ...
Biz uzun yıllar çocuk sahibi olmak istemedik. Çocuk sahibi olmaya karşı falan değildik. “Bu dünyaya çocuk getirilmez” (peki hangisine getirilir???) geyiğini, özellikle bazı insanlarla (yani hani çocuk, hadi çocuk diyen akrabalarla) ciddi tartışmalara girmek istemediğimizde, kullandık (hatta annem böyle şeyler söylüyoruz diye ablama “bunlar kominist mi acaba?” bile demiş). Ama asıl mesele çocuğa ihtiyaç duymayışımızdı. Bu da kendi içinde sağlıklı bir yaklaşım değil. Ne olduğunu bilmediğimiz birşeye asla ihtiyaç duymayacaktık. Bu yüzden hep “şimdilik düşünmüyoruz” diyorduk. Böyle diye diye neredeyse 35 yaşıma girecektim. Bir gün bir bilge kadın olan Necla teyze, “Şimdilik düşünmüyoruz diye bir şey yok çocuklar. Yaşınız geldi geçiyor, artık bir karar vermeniz gerek. Çocuk yapın ya da yapmayın, ama artık kararınızı verin. Artık çocuk istiyorum dediğinizde çok geç olabilir ve çok üzülürsünüz.” Bu konuşmanın üzerinden çok zaman geçmeden Bulut kendi başına bu dünyaya gelmeye karar verdi zaten. Kendisi daha sonra doğacağı zamana da karar verecekti ve bendeniz saat ikide uyuduğum bir gecenin sabahında, saat 6’da “Şenol, kalk, suyum geldi” sesiyle uyanacaktım.

Evrimin Freudiyen Açıklaması
Baba olma konusunu sadece düşündüğüm dönemde şöyle birşey fark ettim: Baba ve oğul arasında bir gerilim olması kaçınılmaz ve doğaldır. İsa bile olsan, Musa bile olsan bu böyle. Bu gerilim azaltılabilir, çoğaltılabilir ama asla yok edilemez ve edilmemelidir. Belki çocuk babasını yenmek, alt etmek için kendini geliştiriyor. Belki babasının değer yargılarıyla yetinmediği için kendini ve dolaylı olarak toplumu yeniliyor. Yani baba ve oğul arasındaki gerilim evrimin önemli bir parçası. (İşte size evrim teorisine psikanalitik bir yaklaşım.) Ama ortada kaçınılamaz, kurtulunamaz bir otorite ve otoriteyle uğraşma durumu var. Şaire göre yolun yarısını geçtim ama benim için babam hala bir otoritedir; benim üstümde gücü vardır.

Alt üst ilişkisi hayatımda hep kaçındığım bir şey oldu. Hayatımın hemen hiç bir döneminde insanlara konuşurken bey ya da hanım hitaplarını kullanmadım. Ciddi şekilde korktuğum otoriteler olmadı hayatımda ve hiç kimse için, yani öğrencilerim için iki ya da üç eğitim döneminden daha fazla otorite olmadım. Zaten oldukça hoş görülü, insanların korkuyla bahsetmediği bir öğretmenim. Ama bu oğlumla değişecek. Benden iki dönem sonra kurtulamayacak; onun için varlığımla bir endişe kaynağı olacağım. Beni elbette sevecek ve tercih hakkım varsa beni çok sevmesini isterim ama ben onun için hep hesap vereceği bir kişi olacağım. İşte bunu istemiyordum ben (Bu yazdıklarımda bir garip iyimserlik, hoş bir böbürlenme olabilir çünkü bu gün gelinen noktada Bulut beni kesinlikle bir otorite olarak görmüyor; aramızda bir sorun olduğunda kriz uzamasın diye, o suçluyken bile özür dilediğimde, uzlaşmaya yanaşmıyor, boyun eğmiyor bana. Üstelik kendisi şu anda sadece dört (rakamla 4) yaşında) .
Bulut’un doğmasına yakın şöyle bir karar aldık: her an çocuğundan bahseden biri olmayacağız. Her fırsatta çocuğundan bahseden, her konuyu çocuğuna getiren insanlardan fazlasıyla gıcık oluyorduk o zamanlar. Bu yüzden Bulut doğduğunda, bir süre yeri geldiğinde bile bahsetmedim Bulut’tan. Ancak, çocuk, benim gibi yaşayan insanlar için (orta sınıf yarı-entellektüel, çocuğun yükünü anneyle paylaşan, çocuğunu seven, çocuğuyla ilişkisi günde yarım saat oynamakla sınırlı olmayan vs.) kaçınılmaz olarak hayatın merkezine gelip oturuyor. İtiraf ediyorum, hayatta hakkında en çok konuştuğum kişi oğlum Bulut’tur. İnsanlara Bulut’un hikayelerini anlatıyorum, yazıyorum. En garibi de Emek’le Bulut’u konuşmamız. Bütün bir günü hayatımızı zindan ederek bile geçirse, uyuduğunda Bulut’tan bahsediyoruz. Birbirimize Bulut’un ne kadar güzel olduğunu, ne güzel güldüğünü, baktığını, yemek yerken ya da tuvalette sıçarken ne kadar güzel olduğunu anlatıyoruz. Yani biz hastayız.

Çocuk İnsanın Atasıdır
Çocuğunun sana bağımlı olduğu yalandır. Aslında anneler, babalar çocuklarına bağımlıdır. Bütün zorluklarına rağmen ikinci, üçüncü çocuğu yapanlar bu bağımlılık yüzünden yapıyor. Çocuğun seni sevsin istiyorsun. (Ben bir zamanlar birisi “çocuk bütün sevgini karşılık göz etmeden verebileceğin biridir” dediğinde “yatmayacağım birine niye sevgimi vereyim ki” diyerek kafa bulmuştum.) Çocuğun seni çok sevsin istiyorsun. Oysa seni sevmesini stediğin şey altına sıçan, üstüne kusan birisi. Hayatta hiç bir başarısı olmamış, bazı zeki hayvanlar kadar bile aklı ve yetisi olmayan biri. Gece uyutmayan, gündüz rahat vermeyen, hayatına sekte vuran birisi. Ama çocuğun seni çok sevsin istiyorsun ve bunu alamayınca altına sıçan bir çocukla rekabete, karizma savaşına giriyorsun.

Kayı’nın abisi Yücel yıllar önce Toprak’la ilgili bir şey anlatmıştı ve ben bıyık altından gülerek dinlemiştim. Ayrı şehirlerde yaşadıkları için Yücel haliyle pek sık göremiyor Toprak’ı. Bir gün İzmir’e gidiyor Yücel, Toprak’ı göreceği için sevinçli mi sevinçli. Toprak’ın ise nemrutluk saatiymiş meğer o an. Başlıyor Yücel’e verip veriştirmeye. “İstemiyorum seni. Git burdan! Sevmiyorum seni. Gelmiycem yanına..” Yücel bu olayı şöyle anlatmıştı: “Abi, biliyorum çocuk ama çok moralim bozuuyo yaaa!”

Levent de Tuna’nın kendine bağımlı olmasını gurur verici ama kaçınılması gereken bir şey olarak anlatıyordu. Hiç açıkça söylemedi ama Tuna’yı en kolay kendisinin uyutmasından, sadece bakarak onu güldürmesinden, kendisine gizliden gizliye bir gurur payı çıkarıyor bana kalırsa. Ama açıkça söylediği çocukların babalarına bağımlı olmasının insanın egosuna iyi geldiği ama bunun çok tehlikeli bir şey olduğudur. Katılırım çünkü ben de Yücel’in başına gelen şeyi sürekli yaşıyorum. Başlangıçta Bulut dönemsel olarak beni ya da Emek’i gözde ilan ederdi. Bir süre herşeyi benimle yapmak isterdi. “Baba yemek yedirsin, baba çişe götürsün, baba kitap okusun”. Sonra aynı şeyi Emek’e yaptı. Yalan söylemeyeceğim biraz zoruma gitti başlangıçta. Ama sonra bunun geçici bir şey olduğuna karar verdik ve mesele etmemeye başladım. Bu süre uzayınca biraz endişelendim ve işin telafi yollarını bile aradım. Emek’e bir kaç akşam ortadan kaybolmasını ve beni oğlumla başbaşa bırakmasını önerdim. Planımı gerçekleştiremeden, rüzgar yön değiştirdi. Ama bu da kısa sürdü.

Kaçınılmaz Gerçekler
Şimdi kabul etmem gereken iki gerçek var: erkek çocukları, yüzyıllardır söylendiği gibi annelerine daha düşkün oluyorlar ve sadece benimle yaptığı şeyler var ve ben bunlarla yetinmek zorundayım. Örneğin evde Bulut’la resim yapan kişi benim. Bulut Batman olduğunda Örümcek Adam olmak bana düşer. Çizgi romanlara beraber bakarız. Bulut, çok sevdiği Atena grubundan Hakan olmuş ve gitarı eline almışsa ben mikrofonu alıp Gökhan olurum. O Gökhan’sa gitarı ben kaparım. Emek ender olarak Hakan’la Gökhan’ın annesi ama çoğunlukla hayranımız Hayriye olur.

Resim yaparken Bulut bir gün bana “baba çok güzel resim yapıyorsun” dedi. Bir sanat tarihçisi eleştirmen bunu söyleseydi daha mutlu olamazdım herhalde. Bu iltifatı eden kişinin bezli olması ve bunu söylerken bir yandan da burnunu karıştırması paradoksal olarak iltifatı daha da önemli yapıyor. Bir keresinde Emek’ten kuş resmi yapmasını istemiş ve Emek’in çizdiğini beğenmemiş. Bu da benim payıma düşen bir paye. Son günlerde Bulut’a renkleri karıştırmayı, üst üste farklı renkleri sürmesini öğrettim ve dün Bulut’un kreşte yaptığı resimde renkleri karıştırdığını görünce yine bir gurur duydum kendimle. Diyorum ya aslında biz onlara bağımlıyız, onlar bize değil.

Özlemekle ilgili bir sorunum var benim. Muhtemelen çok ben-merkezci bir insan olduğum için özlem duygum çok zayıf. Gittikçe de zayıflıyor galiba. Ama 37 yaşımda özlediğim, kolaylıkla, hiç zorlanmadan özlediğim tek kişi Bulut. Hem de öyle aradan bir kaç gün geçmesi gerekmiyor. Bir kaç saatte bile özleyebiliyorum kendilerini. Bu da iyi bir şey galiba.

Bonus Bülten 1: Geçen hafta kreşte Bulut ve sınıf arkadaşlarından iyi taraflarını anlatmaları istenmiş. Kimisi “ben hergün sütümü içiyorum”, kimisi “ben tabakta hiç yemek bırakmıyorum” demiş. Bulut şöyle cevap vermiş: “Benim gözlerim çok güzel, yanaklarım çok güzel, öğretmenim çok güzel”.

Bulut Diyalogları 1:
-Baba...
-Efendim oğlum?
-Bihahay. Ben bihahay demeyi çok seviyorum (bihahay=bilgisayar)

Friday, February 17, 2006

Seyir Defteri- Trial Versiyon: February 2006


Sevgililer Günü Hikayesi

Feminist hareket savaşlara çok şey borçludur. Savaşlar olmasaydı ve erkekler cephede telef olmasaydı, kadınlar toplumsal hayatta kendilerine hiç yer bulamayacaktı. İşte size anlatmak istediğim Sevgililer Günü hikayesi böyle bir ortamda başlar. D.H. Lawrence’ın “Biletler, Biletler”(Tickets, Please) öyküsü bu ama ben kendi bildiğimce anlatacağım.

19. yüzyılın sonunda bir İngiliz kasabası neredeyse boşalmıştır çünkü eli silah tutan herkes cepheye çağrılmış, geride de yaşlılar, kamburlar, sakatlar ve ürkek, hasta ruhlu gençler kalmıştır. Bir de kadınlar tabii... Erkeklerin yokluğunda kadınlar, evlerinden çıkıp dışarda, daha önce onlara yasak olan işlerde çalışmaya başlamıştır. Kasabayı baştan başa dolaşan tramvay hattında, örneğin, kondüktör ve müfettişler dışındaki bütün çalışanlar kadındır. Bunlar zamanla bir denizcinin gözü karalığını edinmiş kızlardır. Yolcuları itekleyip kakalarlar, kimsenin gözünün yaşına bakmazlar ve madencilerin doldurduğu bu kompartımanlardaki küfür uğultusunun arasında “biletler, biletler!” diye bağırarak, hiç rahatsız olmadan ilerlerler. Özellikle müfettişlerle flört eden kızlar “yarın sabah tren tekrar hareket edeceğine göre, gece nerede konaklamış, kime ne!” der gibidir.

Bu hatta çalışan iki kişi diğerlerinden farklıdır ve zaten öykü de bu yüzden yazılmaktadır. Birincisi müfettiş John Thomas’dır. Uzun siyah yağmurluğu, siperli şapkasıyla karizmatik bir adamdır. Konuşurken gri bıyıkları oynayan bu adam, nasıl desem, hep birileriyle flört eder. Hiç boşta kalmaz. Hatta çalışan bir sürü biletçi kız olduğundan, kızlardan biriyle bir süre takılır, kızı baştan çıkarır, trenler terminalde uykuya dalınca kızın elinden tutup, nemli tarlalarda, karanlığa doğru yürür, sonra da o kızı bırakıp başka bir kıza yanaşır. Nasılsa hatta bir sürü kız vardır ve kızlar sık sık işten ayrılmaktadır.

Diğer karakter ise biletçi kız Annie Stone’dur. Taş gibi bir şeydir Annie. Hakkını kimseye yedirmez, kendinin olanı savunmak için gözünü budaktan sakınmaz. Bir kavgaya giriyorsa ilk vuran o olur. İyi de vurur doğrusu. John Thomas hattaki bütün kızlar gibi Annie’ye de asılır ama sonuç elde edemez. Annie’nin zaten bir erkek arkadaşı vardır öyküde pek görünmese de. Annie John Thomas’a karşı boş değildir. Yolcunun azaldığı öğle saatlerinde John Thomas Annie’nin kompartmanına gelir ve ikili “cüretkar” bir muhabbete dalarlar. Annie, John Thomas’ı öyle iyi bilir, tanır ki! Gözlerinden, bıyıklarının oynayışından kendisine kur yaptığını bilir. Onun uzaklaşıp gitmesine izin vermez ama yanına da yaklaştırmaz. Annie John Thomas’tan epey hoşlanır aslında ama onunla çıkarsa ne olacağını, işin nereye varacağını bilir. Bilir, bilir ama işte nihayetinde o da kanlı canlı, küçük bir kızcağız, küçük bir ateş topudur.

Derken bir gün kasabaya panayır kurulur. İşten sonra Annie kendini panayıra atar ama bu panayır da yalnız çekelir nane değilidr. Nasılsa bir arkadaşa rastlarım diye düşünür Annie. Ama bilin bakalım kime rastlar? Elbette John Thomas’a. Bakışından, gülüşünden, bıyıklarının oynayışından John Thomas’ın kendisine kur yaptığını anlar Annie ama yanında biri olmazsa da panayırın tadı çıkmaz. John Thomas onu atlı karıncaya bindirir, bir tur daha deyince,- zaten öncekinin parasını John Thomas verdiği için, utanır hayır diyemez. Zaten bu John Thomas da yanında oturan kadına nasıl davranacağını, elini nasıl tutacağını, gözlerinin içine nasıl bakacağını çok iyi bilir. Sonra ejderhaya binerler. John Thomas, Annie’ye doğru yaslanır; elini omuzuna atar. Annie bir an ürkse bile panayırda yanında birinin olması iyi birşeydir, hava karanlık ve soğukken birinin elini tutması güzel bir duygudur. Zaten panayır savaştan payına düşen darbeyi yemiştir. O eski ihtişam ve ışıltı mumla aranmaktadır.
Sonra sinemaya giderler. Yan yana loş salonda oturular. John Thomas elini Annie’nin omuzuna atar. Annie’nin yanaklarını ateş basar. Zaman zaman ekran iyice kapandığında ya da film koptuğunda, yani salon iyice karardığında John Thomas, Annie’yi kendine daha da çok çeker. Film bittiğinde Annie ve John Thomas nemli, karanlık tarlalara doğru yürürler. Etrafta savaşın soğuğu vardır.

İlişkileri başladığında John Thomas, Annie’yi eskisinden de çok sever. Ama onun istediği zihinsel ve duygusal yakınlaşmayı esirger ondan. Aslında, onu artık daha çok sevse de John Thomas belli bir tarzı olan biridir. Annie onun sadece bir gece yaratığı olmasını istemez. Ona duygularıyla yaklaşır ve benzer bir karşılık görmek ister. İstediği olmadıkça da daha kıskanç olmaya başlar. Sonunda gerilen ip kopar. Annie ne yapacağını bilemez. Kontrolünü kaybeder; bir süre Leyla gibi dolaşır ortada. Nedense Annie hep farklı olduğunu ve John Thomas için farklı olacağını düşünmüştür; John Thomas’ın onu asla terkedemeyeceğini sanmıştır. Annie kısaca eşşekten düşmüşe döner.

Ama John Thomas’ın yeni bahçelere daldığını görünce intikam almaya karar verir. Daha önce John Thomas’ın flört edip terk ettiği kızlarla tek tek konuşur. Zaten kasabanın etrafındaki en az 10 köyde John Thomas’ın bir iki kırığı vardır. Adı kötü olaylara karıştığı için kimi kız onun yüzünden, onunla çıktığı için işten ayrılmıştır ama şirkette, zamanında John Thomas’ın fethettiği 10’dan fazla kız vardır hala. Kızlar bir gün John Thomastan intikamlarını almak için sözleşirler. Sadece John Thomas’ın çıktığı kızların çalıştığı bir gün ayarlanır.
Bu arada John Thomas son çıktığı kızdan da ayrılmış, düştüğü boşluktan eski kırıklarına doğru bakmaktadır. Hepsine bakar bakar ve yine Annie üzerinde karar kılar. Hem artık eskisi gibi tehlikeli de olmayacaktır Annie.

Kızların Terminalde bir bekleme odaları vardır. Burada çaylarını içerler, evlere dağılmadan önce ya da işe geldiklerinde bir kaç satır muhabbet ederler. İntikam için kararlaştırılan gün odada sadece John Thomas’ın eski sevgilileri vardır. Biraz sonra John Thomas kapıdan başını uzatır. “Merhaba kızlar. Dua mı ediyordunuz?” diye espirili bir giriş yapar. Yine kızlarla şakalaşmaktadır, onlarla konuşurken ağzı gözü oynamaktadır. Sonunda kızlardan biri “Ee John Thomas bu gün kiminle çıkıyorsun?” diye sorar yekten. “Hiç kimseyle. Bir ben varım, tek başıma” diye cevap verir. “Hadi John Thomas, hadi içimizden birini seç derler” derler. John Thomas hala kümesdeki horoz gibidir “Kimseyi gücendirmek istemem” der. “Sadece seçeceğin kişi gücenecek, merak etme” derler. Hala neşeli bir hava vardır bekleme odasında. Kimsenin de işin nereye varacağını bildiğini sanmıyorum. Sonunda şöyle bir oyun oynamaya karar verirler: John Thomas sırtını odaya dönüp gözlerini kapatacak, kızlardan birisi onun sırtına vuracak ve John Thomas kimin vurduğunu bilirse onunla çıkacak. Her nasılsa John Thomas uyanmaya başlar. Erkeliğe bok sürdürmemek için duvara yaslanır ama çok tedirgindir. Önce kızlardan birisi hafifçe vurur, sonraki biraz daha sert. Kızlar daha da sertleşmeden John Thomas işe uyanır ve kaçmaya yeltenir. Ama kızlar çullanır üstüne yere yıkarlar adamı.
Başta eğlenir gibi itip kakarlar adamı, daha sonra gittikçe sertleşirler. Diyorum ya aslında başlangıçta işin nereye varacağını kimsenin bildiğini sanmıyorum. John Thomas bir fırsatını bulup kızlardan kurtulduğu an kapıya koşar ama kapı kilitlidir. “Açın şu kapıyı!” diye bağırır. Kızlar hep beraber gözü kara bir orji havasında, “Seçmeden gidemezsin John Thomas, seç!” diye bağırmaya başlarlar. Annie “Hadi John, hadi!” diye bağırır. Neden bilinmez John Thomas, Annie’ye doğru, ileri fırlar. Annie belinden kemerini çıkarmış beklemektedir. John Thomas’ın hareketini görünce kemerin demirli ucuyla kafasına indirir adamın. Kızlar tekrar saldırılar, bu kez çok daha serttirler. Bir ara kızlardan biri kıravatını çekmiş neredeyse boğuyordur John Thomas’ı. “Seç John Thomas, seç!” diye bağırmaktadırlar bir yandan da. “Neyi seçeyim?” diye bağırır John Thomas zorlula ellerinden kurtulduğu bir an. “Evleneceğin kişiyi!” diye cevap verirler. John Thomas paçavraya dönmüş giysileri içinde kötü kötü herkese bakar. Kimseye yenilmeye, hiç pes etmeye niyeti yoktur. Lime lime etseler de pes etmeyecektir: kin dolu bir sesle “Annie, Annie’yi seçiyorum” der. Annie “Beş para etmezsin, seni istemiyorum, başkasını seç!” der nefretle. Sonra hep beraber “seni istemiyoruz!” derler ama aslında her birisi John Thomas’ın kendisine son bir kez bakmasını istemektedirler. Annie hariç; Annie’nin içinde bir şeyler kırılmıştır.

John Thomas ayağa kalkıp eciş bücüş olan şapkasını, paramparça olmuş yağmurluğunu, onlarla ne yapacağını bilmez bir halde alırken kızlardan birisi “Göze göz moruk. Şimdi delikanlı ol da daha intikam peşinde koşma!” der. John Thomas sessizce, başı yerde dışarı çıkar. Odada gergin bir hava vardır. Kızlardan biri “Pis herif!” diye arkasından bağırır. “Kapat çeneni!” diye kızı susturur Annie. Kızlar, sonra aceleyle hazırlanıp evlerine dağılırlar.

Wednesday, February 15, 2006

Seyir Defteri- Trial Versiyon

Gecikmeli Ocak Bülteni

Bu sene yani 2006 iyi gidiyor. Henüz bunu söylemek için erken biliyorum ama sanki geçen yıl yokuş yukarı çıkmışım da, şimdi aşağı iniyormuşum gibi bir his var içimde. Bakın 30 gün geçmiş bile.

New Year’s Resolutions yani yeni yıl kararları bizim kültürümüzde pek yoktur ama Anglo-Saksonlar pek meftunlardır bu kavrama. Her sene yeni kararlar alıp uzun listeler yaparlar. Benim listem yok ama bu sene biraz daha çok risk almak, hayatımda yenilikler yapmak niyetindeyim. Hatta şimdiden yaptığım bir şeyler var. Mesela hayatımda ikinci kez Sayısal oynadım. Yılbaşında herkes piyangoya yükleneceği için ben Sayısal’ı seçtim. Daha az kişiyle rekabet edeceğim için kazanma şansımın daha çok olacağı sonucuna vardım ama sanırım bir yerlerde bir mantık hatası var çünkü sadece üç tutturdum. Bunu bir başlangıç olarak görme eğilimindeyim. İkinci yaptığım yenilik ise kulaklarıma ağda yaptırmak. Bilmeyenler olabilir erkek berberlerinde alabileceğiniz komple hizmetlerden biri de kulak kıllarını aldırmaktır. Ben yıllardır bu kulak kıllarından musdaripim. (ya da muzdarip, her neyse!) Saçımdan, hatta sakalımdan daha hızlı büyüyor bunlar. Geceleri bazan bunların büyümesinin sesine uyanıyorum. Kırt kırt uzuyorlar gecenin karanlığında. Berberim hep yakmaya ya da ağdayla yolmaya çalışıyor kulak kıllarımı. Benim onlara özel bir bağlılığım falan yok da canım yanar korkusundan hep makasla ya da küçük kulak makinasıyla kılları aldırtmaya çalışıyorum. Bu senenin ilk tıraşında ne olacaksa olsun dedim ve berberin o sıcak, mavi macunu kulağıma sürmesine izin verdim. Şimdi kadınları daha iyi anlıyorum falan diyecek değilim. Aksine hiç anlamıyorum kadınları, anlayacaksam da sadece, siyah bacak kıllarını beyaz çoraplarının gözeneklerinden dışarı salan Alman kadınlarını anlıyorum. İnsan böyle bir şeye nasıl katlanır, nasıl razı olur? Artık arkadaş hatırı için bile çiğ tavuk yenmiyor. İşlem bittiğinde sırtım ter içindeydi ve kulaklarım alev alev yanıyordu.

Geçen hafta herkes gibi kara teslim olduk. İki gün evden hiç çıkmadım, sonunda kar zinciri almak için çıktım. Hep evde olduğum için yaşanan zorluklara televizyon vasıtasıyla şahit oldum. Kişisel olarak yaşadığım tek zorluk bütün gün Bulut’a bakmak oldu çünkü kendisini kreşe bırakmak için bile çıkmadım dışarı. Karla yaşamaya alışık olduğumu sanırdım ama evimize, bir tarafı en az üç metrelik bir yardan oluşan bir yokuşla ulaşıldığı için resmen hapsoldum eve. Ama ikinci gece bir ara dışarı baktım: etraf pırıl pırıldı. Ya ertesi gün çoğu okul ve işyeri tatil olduğu için insanlar geç vakte kadar uyumamışlardı ya da varolan ışık karda yansıyarak çoğaldığı için gece ışıldıyordu. Bir an bu güzelliğin bir süre sonra yok olacağına üzüldüm. Stockholm Sendromu bu olsa gerek. İnsan bir süre sonra kendini rehin tutakla özdeşleştiriyor, seviyor onu.

Bulut gittikçe ilginç bir çocuk oluyor. Hastalıklı bir hayal gücüne sahip. Bir yıldan fazladır hayali bir anne ve babaya sahip: Falit ve Ayşe. Bir ara Kado adında bir hayali arkadaşı vardı. Şimdi işi iyice abartıp kendine hayali bir aile kurdu. Kado yok oldu ama Falit ve Ayşe hala devam ediyor. Onlara bir kaç kardeş ve bebek eklendi. Yanlış, yapılmaması gereken bir şeyleri sürekli hayali çocuğuna mal ediyor. Durduk yere “Benim bebeğim kaka dedi, çiş dedi, bok dedi. Ama denmez di mi?” diyor. Ya da “Benim bebeğim Deniz’in yanağını sıktı”. Zaman zaman da hayali babanın otoritesini kullanıyor. Mesela yanlış bir şey yaptığında ona yap diyen Falit oluyor. Ya da birşey yemek istemezse, “ben Falitlerde yedim zaten” diyor. Bütün bunları ablama anlattığımda “siz onu bir doktora götürün” dedi. Oysa normalmiş böyle şeyler. Bir ara Emek’in bir arkadaşının oğlu Ayna grubuyla yaşadığını hayal ediyormuş. Arabda Cemil cam kenarına oturabilsin diye çocuk sürekli arka koltuğun ortasında oturuyormuş. Bir başka arkadaşımız ise hayali arkadaşlar için gecenin bir yarısı sofra kurmuş. Yani oluyor böyle şeyler de Bulut’un Ayşe’yi Emek’ten güzel bulmasını ben normal bulmuyorum. Güzeldir benim karım.

Umarım bir an önce kurtuluruz Falit ve ailesinden yoksa yavrum çifte Odipus Kompleksine maruz kalacak, bir baba yetmezmiş gibi iki babayla rekabete girişecek. (Not: Bu mesaja başlamam ve bitirmem arasında hayali aileye bir Mehmet Dede katıldı.)