Friday, June 09, 2006

Futboldan Anladığım

Bir kaç hafta önce Galatasaraylıların şampiyonluğu kutlamaya başladığı gün sınıfa girdiğimde futbol konuşuluyordu. Bu yüzden bir öğrencim “Hocam siz de mi şeysiniz?” dediğinde, Fenerbahçeli olmaktan bahsettiğini anladım, ve “Ben hiç birşey değilim” dedim. Çocuklar dönemin son sınavına girecekti ama sınav sırasında bile hala futboldan bahsediyorlardı. Sonraki sabah birlikte son dersimizi yaptığım sınıfta, final sınavıyla ilgili hayati bir konu anlatırken bir öğrencinin önündeki kağıda Beşiktaş amblemi çizmiş ve Pascal Nouma ve Team Spirit yazmış olduğunu gördüm.

Şimdi düşünüyorum da ben gerçekten de hiç birşey değilim. Futbol çılgınlığına bir uzaylı gibi bakıyorum. Ama imrenmiyor değil doğrusu. Bu erkeklerin askerlik muhabbeti gibi her türden, her sınıftan insanı kaynaştıran bir konu ve böyle bir konunun rahatlığını, sıcaklığını ben de yaşamak istiyorum bazan.

Ama mümkün olmuyor. Galiba çok geç kaldım insanlarla aramda hayati bir bağ oluşturabilecek böyle bir konuyla ilgilenmek için. Çocukken bütün kardeşlerim Beşiktaşlı’ydı, ben de bir süre Beşiktaşlı olmuştum. O zamanlar Feyyaz, Sarı Fırtına Metin, Atom Karınca Rıza (umarım doğru hatırlıyorumdur) gibi adamlar oynuyordu. Hatta nereden bulduysak bir çıkartma kitabımız bile olmuştu. Fikstür ne demek o zaman öğrenmiştim. Daha eskilerin sağ haf, sol bek gibi terimlerini biliyorum ama bir yerde, bir zaman futboldan da futbol jargonundan da tamamen kopmuşum. Şu günlerde “kademe” ne demek, kademeden nasıl yükserilir anlamaya çalışıyorum.

Bir keresinde, yaklaşık 10 yıl kadar önce, sebat etmiş televizyonda iki hakemin tartışmasını 30 dakika boyunca dinlemiştim. Gerçek bir merekla dinlemiş ve olabildiğince zihin berraklığıyla anlamaya çalışmıştım. 30. dakikada tüm ciddiyeti kaybettim. Anıra anıra gülmeye başladım. Yarım saat bir şeyi dinleyip de hiç birşey anlamamak çok komik gelmişti bana.

Ben de Zeynep gibi anlamıyorum bu futbol çılgınlığını. Eskiden bu fenomeni işşsizlerin işi, umutsuzların meşgalesi, yarım akıllıların saplantısı gibi görürdüm. Sonra fark ettim ki hayatımı gözü kapalı ellerine teslim edeceğim kadar güvendiğim ve sevdiğim insanlar futbolu çılgınca seviyorlar ve hiç de yarım akıllı değiller. Ama yine de hem futbolcuların hem de futbol yöneticilerinin zeka yaşıyla ilgili çok spekülasyon yapıldığını hatırlatmak isterim. Bu konudaki anekdotlar benim gibi ilgisiz birine bile ulaştı. Birkaçını hatırlatabilir miyim?

Belki sadece bir yakıştırmadır ama Trabzonlu bir futbolcunun yarım bıraktığı bulmaca ele geçirilmiş. Sorular ve verdiği bazı cevaplardan hatırladıklarım: Bir bağlaç: İp, On bir ayın Sultanı: TürkanŞ (Türkan Şoray’ın Ramazan karelerine sığmış hali).

Bir arkadaşım Televole sadece futbol magazini programıyken izlediği bir bölümde şunu görmüş: Futbolculara, “futbolcu olmasanız ne olurdunuz?” sorusunu sormuşlar ve genelde alınan cevaplar doktor, avukat, mühendis olmuş. Buraya kadar normal görünüyor. Arkadaşım şu noktaya dikktimi çekti: verilen cevaplar beş yaşındaki çocukların verdiği cevaplarla birebir örtüşüyor. Arkadaşım bundan futbolcuların zeka yaşıyla ilgili sonuçlar çıkarmıştı.

Bir kaç yıl önce Tan Sağtürk’ün başlattığı “gay” tartışması vardı. Sağtürk bir muhabirin baletlerin çoğunun gay olduğu iması üzerine, gayliğin herhangi bir meslekle bağlantısı olmadığını, örneğin futbolcular arasında ne kadar gay varsa baletler arasında da o kadar gay olduğunu söylemişti. Futbolcular hemen konunun üzerine atlamış ve yaptıkları yorumlar şu ana kadar yazdıklarıma rahmet okutmuştu. Keşke ayrıntıları hatırlayabilseydim.

Son olarak geçen hafta karımın bana gösterdiği, 2 Haziran 2006’da Radikal’de yayınlanan bir haberden alıntı yapayım. Mersin Beşiktaşlılar Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören konuşmasını şöyle bitirir: “Beşiktaş, birlik ve beraberlik içinde olursa aşamayacağı hiçbir engel yok. Sizlerle beraber bütün engelleri aşacağız. O kadar büyük bir külübüz ki erişemedikleri için bizi aşağıda göstermek, kötü göstermek istiyorlar, ama benim tek bir lafım var, tek Cumhuriyet Türkiye, tek büyük Beşiktaş” (vurgu bana ait ama eminim Demirören de konuşmasının burasında çoşup biraz vurgu yapmıştır).

Şimdi elbette “aslolan futboldur, oyundur”, oyuncular araçtır diyenler olacaktır; zeki, duyarlı futbolcuların olduğu öne sürülecektir. Her meslek grubunda yeterince, hatta yeterinden fazla gerzek olduğu hatırlatılacaktır bana. Muhtemelem haklılar. Referanslarım geçen yüzyıla ait olacak ama Beşiktaşlı Feyyaz’ın lakabının Kibar Feyzo olduğunu, Karınca Ezmez Şevki diye bir futbolcudan bahsedildiğini hatırlıyorum. Yakından tanıdığım karikatür camiasında pek çok yarım akıllı olduğunun da farkındayım ama sanki genele bakıp, futbolu karikatürle karşılaştırırsak, ya da tıpla, ya da eğitimle, teşbihte hata yaparız gibi geliyor bana.

Neyse, önümüze bakacağız.

Thursday, June 08, 2006

Bulut Resimleri: Kambur Balina ve Pilot (?) Balina

Bulut'un bir kaç ay önce yaptığı balina resimleri: Kambur Balina ve her ne demekse Pilot Balina

Wednesday, June 07, 2006

Bulut Diyalogları 4

Bulut Diyalogları 4
Ben: Bulut, benim en çok sevdiğim insanlar kim, biliyor musun?
Bulut: Kim?
Ben: Bulut, Emek, Nihan, Fahri,.... Senin en sevdiğin insanlar kim?
Bulut: KENDİM, eee... Emek, sen, Nihan. Fahri . . .

Arabada eve gidiyoruz gene. Bir kavşakta tam diğer yola çıkarken karşı kaldırımda bir kedi görüyoruz. Ben daha “Bulut, bak kedi ...” demeden Bulut atlıyor: “Baba, kediye basma tamam mı?” “Neden oğlum?” “Kedi pis olabilir çünkü...” Bir kaç gün sonra da güvercinler vardı yolda. “Baba güvercinlere basma oldu mu?” “Tamam olum basmam”. “Basarsan haber ver tamam mı?” “Veririm oğlum”. “Çünkü basarsan güvercin annesine Şenol amca üstüme bastı diyebilir” “Evet oğlum”

Anlamışsınızdır, kediye basma, kediyi ezme demek.


Yine arabada gidiyoruz. Bulut ve Emek arkadalar. Konuşurlarken Bulut’un yüz ifadelerini göremediğim için çok şey kaçırıyorum aslında. Durduk yere başlıyor:
-Anne Atatürk öldü, di mi?
-Evet oğlum, öldü.
-Ama kalbimizde, dimi?
-Evet oğlum.

Emek:Bulut seni çok seviyorum, o yüzden de çok öpmek istiyorum.
Bulut: On kere mi öpmek istiyorsun?
Emek: Hayır, daha çok...
Bulut: İki metre mi?

Emek: Bulut bak, kendime yeni çanta aldım?
Bulut: Adı ne?

Yine Bulut

Yine Bulut.

Her geçen gün bana daha çok benziyor bu çocuk. Bulut’a bakıyorum, bakıyorum ve şöyle diyorum: Bu çocuk tam benim gibi olacak: Ana kuzusu, muhallebi çocuğu.

Beyefendi kendisini Örümcek Adam sanıyor. Evde yataktan aşağı atlıyor, koltuğa tırmanıyor, her türlü yükseltiden aşağı bırakıyor kendini. Yükselti bulamazsa ye benim göbeğime çıkıyor, ya Emek’in beline. Ve hooopp, atıyor kendini aşağıya. Ama merdivenden inerken elini tutturuyor, parkta kaydıraktan korkuyor. Sinek ve kelebek dahil böceklerden tırsıyor. Dün üç yaşındaki bir çocuk üstüne yürüdü diye bağırış çağırış kucağıma sığındı.

Öte yandan bize davranışı evdeki gibi. İş bizimle kavga etmeye gelince tam bir cengaver kesiliyor. Daha önceleri buna biraz sert çıkıp bağırıp çağırdık. İşe yaramadı: Bize dönüp “Bana böyle şeyler söyleyemezsin, siz bana kızamazsınız” diye kesip attı. Hatta bir keresinde “Kötü baba. Bok, acı” diye bitirdi kavgayı. Böylece bildiği bütün olumsuz tanımları kullanmış oldu üstümde. Bir süre sonra sertlikten vaz geçtik çünkü kaybeden hep biz olduk. Geçenlerde kaybedeceğini bile bile girdiği bir kavganın sonunda Emek pes etti ve bir köşede surat asmaya başladı. Benim hassa oğlum gerilimi şöyle sürdürdü: “Anne sen bana öyle bakamazsın”.

Davranışlarımızı düzelti çocuk, şimdi bakışlarımızı düzeltiyor.

Uykumu Açıyorum

Bir kaç haftadır uyumam 2’yi buluyor. Doktora tezimi yazmaya başladım ve bunu yapmanın tek yolu da uyku saatlerimi azaltmak. Ama günün yorgunluğundan sonra saat 1 gibi bir uyku bastırıyor ki sormayın. Kahve üstüne kahve ve arada gözlerim kapanırken televizyona bir göz atmak uykumu açabiliyor. Dün sonunda televizyonda neyin uykumu açacağını buldum: Eurosport ve Fight Clup.

Bu güzide kanal mevsimine göre buz pateni yarışmaları, tenis maçları, hatta briç karşılaşmaları gibi şeyler yayınlıyor. Boks, kick-boks gibi şeyler de gördüm ve dün fark ettim ki bu programlar gece yarısından sonra yayınlanıyor, tıpkı bir zamanlar Türk kanallarında da gördüğümüz erotik filmler gibi. Dün gördüğüm şey uykumu açmaya birebir. Şiddet sporları yayınlayan Fight Clup diye bir program bu. Boks, kick boks, judo ve güreş görmüştüm de Shooto diye bir spor var ki insanın yani benim kanımı donduruyor. Bütün bu ring sporlarının karışımı olan Shooto’da sporcuların (?) bir elinde karşısındakine daha etkin darbeler indirmelerini sağlayan boks eldiveni, diğerinde ise sporcunun karşısındakini tutmasına olanak veren yarı esnek, ön kısmı sert bir malzemeyle doldurulmuş bir eldiven var. Yumruk atıyorlar, tekme atıyorlar, tek dalıyorlar, çift dalıyorlar, yerlerde yuvarlanıyorlar, alt alta, üstüste boğuşuyorlar, kısaca Allah yarattı demiyorlar, giriyorlar birbirlerine. Mesela iki iri yarı adamı şöyle gözünüzün önüne getirin: birisi altta, diğeri üstte. Üstte olan alttakinin bacaklarının arasında. Alttaki bacaklarını iyice kenetleyerek diğerini hareketsiz bırakmaya çalışıyor. İkisi de kan ter içinde, nefes nefese. Klasik misyoner pozisyonu yani. Üstteki bir eliyle diğerinin kollarını ittiriyor ve diğer eliyle, boks eldivenli eliyle, adamın terli kel kafasına ve yüzüne üst üste yumruklar indiriyor. Sonra da bunu spor diye yayınlıyorlar.

Kanımı donduruyor bu görüntüler, uykum bir anda açılıyor. Uykusuzluk ya da yazmam gereken tezi sorun etmiyorum artık. Yaşam sevinciyle doluyorum. Ne var ki yaşadığım şu haytta diye düşünüyorum, benim hayatım zorsa, ringdeki şu zavallılara ne demeli diyorum. Elin devasa adamlarıyla terli terli sarmaş dolaş olmak zorunda değilim. Kimse elimi kolumu tutup yumruk üstüne yumruk indirmiyor suratıma.

Oh be, diyorum, oh be diyorum ve bilgisayarın başına dönüyorum.