Thursday, March 30, 2006

Dostum Fahri Öz

Bir keresinde Elvan, o zamanlar sık yaptığımız ev partilerinin birinde sanırım şöyle demişti: "Sizin Fahriyle muhabbetiniz . . . . daha evrensel". Elvan aklına ilk gelen kelimeyi kullanmıştı, en doğru kelimeyi değil. Sonra da açıklamıştı mreamını. İşte onu hatırlamıyorum da bu komik, akla ilk gelen kelimeyi hatırlıyorum.

Fahri de bir süredir blog diyarında ve çok güzel metinler yazıyor http://oblivionvoice.blogspot.com . Son yazdığını affına sığınarak ve bütün yayın haklarını kendisinde olduğunu belirterek alıntılıyorum. Sık sık bakın sayfasına, tamam mı?

bugün (29 mart 2006) saat 14'e doğru güneş tutuldu...

benim için yeni birşey değil... çocukluğumda, antalya'da isli camla güneşe bakmışlığım var, hem de kaç kereler. kör olmadım. (gözlük takıyorum, ama bunun isli camla güneşe bakmaktan kaynaklandığını sanmıyorum. nereden bilebilirm ki. annem de babam da gözlük takıyorlar. kalıtsal olmalı.)

dutların yapraklarını açtığını hatırlıyorum. bu zamanlardı sanırım, ya da yaz günleri. belki de yazdı, çünkü kulakları sağır eden ağustos böceklerinin cırıltısı eşlik ediyor bu anıya. evin önündeki dar çakıl-asfalt karışımı yolda, öğle sıcağında göğe baktığımızı hatırlıyorum.

bir gün göğe bakıyordum. ellerimi dürbün gibi yapıp semaya çevirmiştim gözlerimi. berrak bir gündü. masmavi bir yaz günü. evin önünde, evden ya da kahveden çöpe atılan çay posalarıyla, sobadan çıkan küllle, bazen de ineklerin gübresiyle beslenen, ufacık tüylü, mayhoş hatta acımsı denebilecek meyveler veren şeftali ağacının yanındaydım.babam yaklaştı. göğe baktığımı anlamıştı. "Ruhun mu sıkıldı! 'Na goduğumun dölü!" deyip basmıştı bana tokadı. babamın bana attığı iki tokattan biridir bu. şimdi gülerek hatırlıyorum. ona hiç kızmadım.

hayır ruhum sıkılmamıştı (bilmem sıkılmıştım belki de, ya da okulda derste öğrendiğim bulut türlerini bizzat keşfetmek istemiştim zahir) ama bir ruhum olduğunun bilincine ermiştim o tokat sayesinde. sonra ağlayarak eve, anneme sığınmıştım, ruh denen şeyin nasıl bir şey olduğunu düşünerek...

Thursday, March 23, 2006

Kayı'nın Kitabı

Kayı’nın Kitabı
Geçen ayın en iyi olayı Kayı’nın kitabı. Yazdan beri bekliyordum, içindeki karikatürlerin neredeyse tamamını görmüştüm ama yine de kitap halinde görmek hoşuma gitti.

Pek kimsenin haberi yok ama Karikatürcüler Derneği bir kaç yıldır çok önemli bir iş yapıyor ve üst üste karikatür albümü basıyor. Herhalde 30’u bulan bu albümler 80 kuşağı çizerlerini birarada sunması açısından çok önemli. Nasreddin Hoca’nın Torunları başlığıyla basılan bu albümleri bulmak maalesef pek kolay değil. Albümler dağıtıma girmiyor. Şu ana değin sadece DÖSİM (Kültür Bakanlığı Satış Yeri) ve Derneğin İstanbul’daki merkezinde gördüm.

Kayı
Bu mesajı okuyorsanız Kayı’yı muhtemelen biliyorsunuzdur. Tanışmamış olsanız bile benim kendisinden sitayişle (ne demek tam bilmiyorum! Bir arkadaşımın pek sevdiği bir ifadeyle “doğru kelime olmayabilir ama aklıma ilk gelen bu”) bahsettiğimi duymuşsunuzdur. Şu anda okumakta olduğunuz mecra her ne kadar samimi ve gayri-resmi olsa da, bu ifadelerle anılmayı hak etse de, kendisi için “Taşşaklı adamdır şerrefsiz!” demeyeceğim. Adam mevki, makam sahibi, toplumda yeri olan birisi. Üstelik terbiyeli adamımdır ben, belki başbaşa kaldığımızda sana söylerim Kayı’cığım!

Kayı’yı severim-bunu yazmam bile abes. Niye sevdiğimi falan yazmak niyetinde değilim. Karikatürcü yönünden de pek bahsetmek istemiyorum. Bunlarla ilgili birşeyleri aşağıda zaten okuyacaksınız. Söylemek istediğim, Kayı’nın kıskandığım, imrendiğim tek karikatürist olduğudur. Bu Kayı’ya mı övgü yoksa kendime mi tam bilmiyorum (=Bilmem kaç yüz yıllık karikatür tarihinde kimseyi sallamıyorum, bir tek Kayı’yı sallıyorum!). Ama işin aslı budur. Çizdiği bazı karikatürlerin imzalarını silip kendi ismimi yazmak ya da onun çizdiğini yırtıp aynı karikatürü tekrar çizmek istemişimdir. Buraya koyduğum karikatürlerin çoğu için hala böyle bir istek duyuyorum. (Bütün bunları burada duyurmasaydım ve Kayı’yı ustruplu bir kazaya kurban etseydim, kim bilir belki de yapardım.)

Bu isteğin sebebi elbette bir duygudaşlık. Kayı’nın çizdiklerindeki hüznü ve yabancılaşmayı seviyorum ben. Çizdiklerinin teması/konusu hüzün olmasa bile kompozisyondan, lekelerin ya da çizgilerin kullanımından, payınıza düşen hüznü alıyorsunuz. Aşağıdaki Don Kişot karikatürü işte böyle bir şey. Espiri aslında sevimli, hatta komik. Komik bir balonla kolaylıkla bir mizah dergisinde bile yayınlanabilir ama figürleri iyice arka plana atarak ve tüm anlatımı lekeyle yaparak bu hüzün duygusunu sağlamış Kayı. Pencere Önündeki Adam ve Maskeli Adamlar karikatürleri bence insanın birbirine ve dünyaya olan yabancılığını anlatan en iyi karikatürler. Varoluşun absürdlüğünü bu kadar kolay anlatan karikatürleri keşke ben çizebilseydim. Neyse anlatıp da karikatürlerin havasını bozmayayım.

Kayı’nın kitabının önsözünü ben yazdım. Onu da aşağıya koyuyorum.






Kayıhan Fırat. Yakın arkadaşım. 1969 doğumlu. Rize'de bir yerlerde doğmuş. Hemşin ya da Çamlı Hemşin'de, tam olarak hatırlayamıyorum. Liseyi Anakara’da, Resim Heykel Müzesi'nin arkasındaki lisede okumuş. Galiba iyi bir öğrenci değilmiş. Biz tanıştığımızda ODTÜ Maden Mühendisliği’nde okuyordu. Aslında, biz bir grup tıfıl karikatürist, daha çok ODTÜ Gülmece Topluluğu'nda okuyorduk. Kayı'yı biz orda tanıdık ve hep beraber acayip komik biri olduğuna karar verdik. Sıkı bir argo birikimi vardı. Ne de olsa Cebeci, Dörtyol çocuğu. Bir yandan da Karadenizli... Kısa bir süre sonra hep beraber Kayılar'ın Dörtyol'daki salaş pastanelerine takılmaya başladık. Başlarda utana sıkıla yediğimiz kuru pastaları ve içtiğimiz kolaları, kah geyik muhabbetine kah sanat ve karikatür konularına meze ettik. Aynı muhabbetler entel barlarında ve Paris Cafélerinde de yapılıyordu ama Kayı’nın ergen kilolarının müsebbibi Miki Pastanesi asla onlar kadar ünlü olamadı.

1988-1992 yılları arasında ODTÜ'de ona yakın grup sergisi açtık. Trabzon'a ve Sakarya'ya sergi turnesine gittik. Kere dergisini 5 kere çıkarttık. Sonra da kimimiz mezun oldu, adam sayılıp karikatürü bıraktı, kimimiz de varoluşuna bir anlam kazandırmak için çizmeye devam etti. Kayı çizmeye devam ediyor. 1994'de ilk kişisel sergisini açtı. Yarışmalardan da dört-beş tane ödül kazandı. İki ders kitabının illüstrasyonlarını yaptı.

Kayı’nın farklı bir mizah anlayışı var. Bir damarı Dörtyol delikanlı camiasından besleniyor, bir diğeri sanat ve edebiyat tarihinden. Her nasılsa Hip Hop’la Doğu Mistisizmi’ni aynı bünyede eritiyor. İyi bir karikatür arşivi var ama daha güzeli, Kayı bütün sahafları dolaşıp resimli ne bulursa alır. Tomi Ungerer'in masallara yaptığı pornografik yorumları, Alman Halk Türkülerini, İngiliz Tekerlemelerini, Varşova'nın 1940'lı yıllarında çekilmiş fotoğraflarını ve aklınıza bile gelmeyecek pek çok şeyi Kayı'nın kütüphanesinde bulabilirsiniz.

Bütün bu malzemeleri her nasılsa karikatürlerinde kullanır. Kayı’nın karikatürlerinin en güzel yanı, zaman zaman insanı sessiz bırakmasıdır. Gündelik dile çevrilemezler. Tam anlamıyla karikatürdürler ve karikatür dışında bir söylemle ifade edilemezler. Kayı kimi zaman geleneğin cazibesine kapılarak birkaç didaktik karikatür çizmişse de, çoğunlukla benim naçizane “imgeci karikatür” adını verdiğim karikatürler çizer. Karikatür sanatının geleceğini gördüğüm bu karikatürlerde bir mesaj ya da ders göremezsiniz. Çok komik olmaları da gerekmiyor. Bütün bunların yerine, tıpkı modern şiir gibi bir imge, hoş bir görüntü veriyorlar size. Toplumsal gerçekliği ya da yaşadığımız dünyayı yansıtmıyorlar, kendi gerçekliklerini yaratıyorlar. Böyle karikatürlerden birini bir arkadaşınıza anlatmaya kalkıştığınızda yukarda bahsettiğim sessizliği anlarsınız


Kayı imgelerini kağıt üzerine dökerken biçemdem biçeme geçer. İmgeye göre yönlendirir üslubunu. Kara bir imgedeki kasvetten hemen sonra, şeker mi şeker bir karikatür ve ona göre bir üslup görebilirsiniz. Kalın çizgiler, ince çizgiler, yalın, bol taramalı veya yoğun lekeli bir tasarım kullanırken imge öncelenir. Yani Kayı’nın üslupçuluğun kısıtlamalarından uzak, farklı anlayışlarla özdeşleştirilebilecek eklektik bir tarzı vardır.


Biz Kayı'yla her şeye güleriz. Harcı alem deyimle, kendimize gülmeyi de beceririz. Hatta, ölümlere bile gülebiliyoruz. Hani biz her şeye güleriz ya, Kayı'nın babası ölünce bir “Başın sağ olsun!” zor çıktı ağzımdan. Sonra da konuyu değiştirmek için Miki Pastanesi’ne bakıp "Burda bir değişiklik var!" dedim. "Evet, artık babam yok!" dedi Kayı. Hep beraber güldük ama sanırım ikimiz de gizli gizli ölüme gülünmemesi gerektiğini, ölümün hala trajik bir yönü olduğunu düşünüyoruz.

Son yıllarda Kayı’yla ayrı düştük. Eskisi kadar sık görüşemez olduk. Malum hayat gailesi, çoluk çocuk ve ekmek parası. İkimiz de yoğun çalışıyoruz. Ayrı şehirlerde yaşar olduğumuzdan beri de, yılda belki iki, belki üç kez görüşüyoruz. Ama köklü dostlukları bilirsiniz ya… Aradan yıllar geçer ama tekrar görüştüğünüzde, her şeye yeniden başlamanız gerekmez. Sanki en son dün görüşmüşsünüz gibi, daha dudaklarınızdaki merhaba kurumadan dalıverirsiniz muhabbete. İşte bu albüm benim için böyle bir şey olacak. Bundan sonra ne zaman Kayı’yı özlesem, açıvericem bu albümü ve…..

Merhaba Dostum!


Tuesday, March 14, 2006

Şenol Bezci'nin Seyir Defteri- Trial Versiyon

Bulut Diyalogları 3

Bulut saatlerce ortalıkta bağırıp çağırıp oynadıktan sonra annesine yaklaşır:
-Anne...
-Efendim oğlum.
-Anne ben çok yoruldum, şimdi koşarak dinleneceğim...
Bulut biraz sonra gerçekten de koşarak dinlenmeye başlar.

Bulut Diyalogları 2

Baba oğul arabada gidiyoruz. Kırmızı ışıkta durduğumuzda muhabbet olsun, konuşalım diye "Oğlum", diyorum "sarı ışık yanınca bana haber ver, tamam mı? diyorum. Bulut arabada nedense hep fazlasıyla "cool" oluyor. Dışarıyı seyrediyor, yanında davul çalşan dönüp bakmıyor. Buna rağmen sormaya devam ediyorum ve Bulut her seferinde azami "cool"lukta cevap veriyor:
-Sarı yandı mı oğlum?
-Hayır!"
- Sarı yandı mı Bulut?
- Yanacak...

Monday, March 06, 2006

Şenol Bezci'nin Seyir Defteri- Trial Versiyon

Dua Ettim Hikmet Abi...
Geçenlerde bir arkadaşım “senin yanında kendimi hep sınavda gibi hissediyorum, o kadar çok konuda söyleyecek bir şeyin var ki… o kadar çok aşmış, çözmüş görünüyorsun ki...” dedi. Yanlış elbette, hiç de aşmış falan değilim ama mesleki deformasyon sebebiyle gerçekten de bir sürü konuda anlatılacak hikayelerim, verilecek örneklerim vardır. Bu yönden tevazu kabul etmem. Bok deyin size bokla ilgili bir hikaye anlatayım. Ama hayatta kafamın karıştığı çok an oldu. En eğlencelisi, ama en gizemlisi şöyle gerçekleşti: Üç yıl kadar önce okula geç gideceğim bir gün sağa sola bakındıktan sonra, servislerin kalktığı Tunus Caddesine yakın bir pastanede kahvaltı yapmaya karar verdim. Meşrebimce uygun bir masaya oturdum, siparişimi verdim ve beklemeye başladım. Biraz sonra arkamdaki masaya iki kişi gelip oturdu. Dikkatimi çektiklerinde birkaç dakikadır konuşuyorlardı. İslami bir radyonun ateşli sunucusu gibi konuşan kişinin adının Ahmet olduğunu konuşmanın sonunda öğrendim. Yine İslami bir tevekkülle, sessizce dinleyen arkadaşının adı da Hikmet. Konuşma, daha doğrusu monolog şöyle gelişiyordu:
- …..
- Fakir bir adam gördüm Hikmet abi. Ona yardım etmek istedim. Gerçekten fakirdi. Onun için dua ettim Hikmet abi.
- …..
- Şaçımda kepek vardı. Dua ettim Hikmet abi. Öyle anlar oldu ki gece dörtte uyandım dua ettim. Güliz Hanım’da estetik tutkusu vardı, onun için dua ettim. Dua ettim Güliz Hanım’ın estetik tutkusu geçti. Aynı gece cinsel gücüm yerine geldi. Aynanın karşısına geçtim….
- …

Konuşan kişinin elinde, göz ucuyla görebildiğim kadarıyla bazı kağıtlar vardı. Bu yüzden, zaten garip bir vurguyla konuşan kişinin, Ahmet’in yazılı bir metin okuduğunu sandım. Bir süre sonraysa birilerinin bana şaka yaptığını düşünmeye başladım. Benim verdiğim tepkiye bakıp güleceklerdi. Belli bir kamera şakasına kurban gidiyordum, belli ki Truman Show sadece bir film değildi.

- ….
- … aynı gece saçlarımdaki kepek yok oldu. Bir gece içinde 5-6 tane isteğim yerine geldi. O geceden sonra mutlu bir şekilde uyudum. Sonra Hikmet abi, hiç dua etmediğim halde saçlarımdaki yağ da yok oldu. O geceden sonra bir günde kirlenen beyaz gömleğim birkaç günde kirlendi.
- …..

Konuşulanlar öyle garipti ki bir süre sonra şaka olamayacağını anladım ve bütün bu yazdıklarımı not almaya başladım. Hiçbir ayrıntıyı atlamak istemediğim için deli gibi yazıyordum. Bu gün notlarda hala çözemediğim cümleler var.

- …
- ben sana övünmek için anlatmadım bunları. Allah’ın gücü arkamda, onu söylemek için anlattım.
- ….

Konuşma benim için tam bir muamma haline gelmişti. Bir yandan anıra anıra gülmek istiyor, bir yandan da “Noluyor uleyyyn, nedir bu muamma? Siz napıyorsunuz?” diye bağırmak istiyordum. İşin kötüsü artık kalkmam ve servise yetişmem gerekiyordu. Garsona işaret edip hesabı istedim. Gözüm saatte, kulağım arka masada hesabı ödedim. Ama yerimden hiç kalkmak istemiyordum.
- Samsun’dayken bazen yağmur yağardı. Bazen yağmazdı. Bazen dua ederdim yağmazdı. Bazen yağmaması için dua ederdim, yağmazdı. Allaha çok güzel bir yağmur yağması için dua ettim, Hikmet Abi, Allah öyle güzel bir yağmur yağdırdı ki. Sonra Hikmet Abi şiddetli bir yağmur yağdı…

Artık kalkmak zorundaydım. Servis kaçarsa derse yetişmek için tek çare taksiydi. Değer miydi acaba? Biraz daha kalsa mıydım?

-… sel oldu. Sonraki gün bir jeton düştü.

Ayağa kalktım. Paltoma uzanmadan önce ayakkabılarımın bağcıklarını düzeltiyormuş gibi yaparak konuşanlara baktım. Öyle tedirgindim ki adamları doğru dürüst göremedim bile...

-… seyyar satıcılar belki zor durumda kalmıştı. Bu kez yağmurun durması için dua ettim…

Ben de “Allahım nedir bütün bu olanlar, Hikmet neden tek kelime söylemez?” diyerek paltoma uzandım.

-… Dua eder etmez yağmur durdu. Acaba bu bir tesadüf olabilir mi Hikmet abi?

O anda Allahın varlığına ve beni gözettiğine inandım çünkü ben tam çıkmak üzereyken Hikmet abi konuştu ve şöyle dedi:

- Şimdi Aliciğim sen ilaçlarını alıyor musun?
- Alıyorum da Hikmet abi, bu ilaçlar eskileriyle aynı mı?
- Aynı Aliciğim, sadece renkleri farklı…

Huzur içinde paltomu giydim ve servise doğru yürümeye başladım. Elbette her şeyin bir açıklaması vardı. Güzel Allahım şu dünyayı yaratırken öyle bir yaratmış ki… Ben elbette her şeyi anlar, çözerim, güzel Allahım, yeter ki biraz zaman olsun. Mayk Hammer gibi, Sherlock Holmes gibi kendi kendime konuşurak otobüs durağına yollandım.