Tuesday, January 31, 2006

Seyir Defteri- Trial Versiyon

Aralık 2005

Hastane günlerim bitti, eve döndüm. Bununla da yetinmeyip neredeyse normale döndüm. İşin aslı birkaç gündür tatil yaptığım bile söylenebilir. Hastane tecrübemin daha maceralı geçeceğini sanırdım ama olmadı. Mesela narkoz almak nasıl bir şey hala merak ediyorum. İki hafta önce Salı sabahı hastaneye gittik, hemşirenin biri üstünüzdekileri çıkartın, şu önlüğü giyin dedi. Giydim. Biraz sonra geldi, size sakinleştirici yapıcam (sanki atım! uslu der dersin, ben de uslu dururum, ne gerek var iğneye!), arkanızı dönün dedi (Aslında arkamı dönünce biraz huylandım), döndüm, harş diye bir iğne batırdı. Birkaç dakika sonra bir sedyeye aldılar beni. Genç bir adam sürdü götürdü. Filmlerdeki gibi tavana baktım ve ışıklar birbir geçti üstümden. Sonra bir kapıda Emek’e “söyleyeceğiniz bir şey var mı? bundan sonrasına gelemiyorsunuz” dediler. Emek “iyi şanslar canım” gibi oldukça sıradan bir şeyler söyledi ve beni ameliyathaneye soktular. Girerken “İki saate kadar çıkmazsam polisi araaa!” diye bağırsaydım keşke. Girdiğimde oldukça sakindim- demek ki ilaç işe yaramış- etrafa bakıp “bütün bunları kaydet, bütün hepsini kaydet” diyordum kendi kendime. “Şurda elektronik panolar, şurda dolaplar, işte hortumlar ve oksijen tüpleri, şunlar ameliyat gereçleri olmalı, işte kargacık burgacık harflerle yazılmış bir ‘dışarı alet verilmez’ tabelası”. Bu noktadan sonra hiçbir şey hatırlamıyorum. Solunum maskesi taktıklarını bile… İki saat sürmesi gereken ameliyat dört saat sürmüş. Keşke “İki saate kadar çıkmazsam polise haber ver” diye bağırsaydın gerçekten de. Kendime geldiğimde birisi “Şenol Beey, Şenol Beeyyy!” diyordu, bir doktor ağrım var mı diye soruyordu. Sonra bir sürü kişi bir ağızdan konuşmaya başladı. Bir başkası onları susturmaya çalıştı. Anladım ki ameliyat bitmiş, anladım ki ziyaretçilerimle, ailemle birlikteyim. Bense neler beklemiştim. Narkoz verirlerken önümde ışıklı bir tünel açılacak sanmıştım. Sesler duyacağımı, seslerin beni çağıracağını sanmıştım. Uyanırken, ışıklı tünelden bana elini uzatan güzel kadınlara “daha değil, şimdi değil ama bir gün geleceğim oraya. şimdi beni sevenlerle buluşacam” diyecektim. Ameliyattan birkaç gün önce “Sen ne güzel olmuşsun böyle! Senin göğüslerin ne güzelmiş meğer” diye iltifat ettiğim bir arkadaşım, “Böyle şeyler düşünme. Sonra uyanırken beni sayıklarsın, rezil olursun” demişti. O bile olmadı. Mal gibi uyandım yani. Salı gününün çoğunu uyuyarak geçirdim. Özel hastanenin nimeti bir alet vardı elimde. Elimdeki damar yolundan, düşük dozda sürekli ağrı kesici veriliyordu ve ağrım olunca elimdeki aletle dozu artırabiliyordum. Yani bir nevi nargile. Muhabbet arasında bir nefes çeker gibi. Yani uyudum durdum, uyandıkça aletin düğmesine basıp tekrar uyudum. Çarşamba da hastanede geçti. İlk gün kalkmak yürümek, tuvalete gitmek gibi faaliyetler sıkıntı verdi, sonrası çok kolay geçti. Öyle ki Cuma günü neredeyse hiç ağrım yoktu ve oturup kalkarken bile sıkıntı çekmiyordum. Beni arayıp da endişeli bir sesle iyi misin diyenlere iyiyim derken vicdan azabı çekiyordum. Bir ikisine “iyiyim de işte biraz ağrım var, offff, ııgggh” diye yalan bile söyledim. Pazartesi günü arabamı hastaneye kadar sürdüm, biraz endişeliydim ama idare ettim. Doktor yaralara bakıp, “her şey yolunda, normal hayatınıza dönebilirsiniz” deyince, hemen eve dönmekten vazgeçtim, biraz vitrinlere baktım, bir iki dergi aldım kendime. Dönüşte arabayı yıkattım, hız yaptım ve bayan bir sürücüyü sıkıştırdım. O günden beri de tatilde sayıyorum kendimi. Evde vakit geçiriyorum, kitap okuyorum, yürüyüşe çıkıyorum. Bu arada televizyonla ilgili şunları öğrendim: Kanal D, RTÜK’ün hışmına uğramış, gündüz vakti birbirinden güzel belgeseller yayınladı. Oysa aynı anda diğer kanallarda Esra Ceyhan, Kuşum Aydın ya da Ske Ske Seda Sayan özel hayatı genelleştirmekle, reytingleştirmekle meşguldü. Aynı Kanal D’de Duygulu Türküler diye bir programa rastladım (sabaha karşı saat 5 civarında). Minör kanalımız Kanal 6’nın talk şovcusu Prens Adnan gündüz programı yapmaya başlamış ve kişisel konuklarını almaya başlamış zira çıkarttığı kimseyi tanımıyorum, tanımıyoruz. Yine Kanal 6’da, kanımca asıl mesleği pazarcılık olan birisi (Kerim Akbaş ???) haber programı yapıyor. İzlediğim bölümde Ankara Batıkent’te kilise açan bir misyonere haddini bildirmeye çalıştı, olmayınca da adamı hak yoluna çağırdı, gel Müslüman ol dedi. Bu Kerim biraz Komedi Dans Üçlüsündeki bıyıklıya benziyor ya da ben de öyle bir izlenim bıraktı. Mesaj TV’de Tuna Boyları diye bir program Ciguli’yi konuk etti. Sanatçı “Yapma Bana Numara” adlı eserini seslendirdi. Sunucu daha sonra Ciguli’ye dönerek şöyle dedi: “Hatırlar mısın daha önce yaptığımız bir toplantıda sayın işadamımız Adnan bey de bizimle beraberdi. Şu anda kendisi bizi izliyor, buradan sevgilerimizi gönderelim. Keza bir başka değerli işadamımız olan Şerafettin Bey de ….” Sunucu daha sonra kendilerini izleyen işadamlarını saydı döktü. Mesaj TV yepyeni bir sponsorluk sistemi bulmuş anlayacağınız. Doktorum çok iyi bir insan ama çevresinde pek neşeli insan yok galiba. Yaptığım en küçük espiriye bile, espiri bittikten iki saniye sonra anıra anıra gülüyor. Ayrılırken teşekkür ettim. “Sen iyi bir insansın. Bıçaktan uzak dur. İnsanlarla iletişim kurmanın başka yollarını bul” demek istedim ama böyle bir laf çok öğretmence kaçacaktı, vazgeçtim. Hemşireler çok güzeldi. Yine özel hastanede olmayla ilgili bir şeydi galiba, bir tane bile çirkin hemşire yoktu. Bir tanesiyle evlenmeyi bile düşünüyorum ama bunun için tekrar ameliyat olmam gerekebilir. Yukarıda yazdıklarımdan da anlayacağınız gibi buna pek itirazım olmayacaktır.

Tuesday, January 17, 2006

KASIM 2005-1

Mutluluğun kesinlikle fiziksel bir yönü var. Merak etmeyin düzenli seksten falan bahsetmeyeceğim. O işi Beyaz Hoca’ya ya da Haydaaar Dümen’e bırakıyorum. Ama mutluluğun kesinlikle fiziksel bir yönü var.

Dün kendime biraz iyi davrandım ve saat 11’de yatağa girdim. Bir kaç sayfa okuduktan sonra uyudum. Sabah yediye kadar da deliksiz bir uyku çektim. Bunda ne var diyecekseniz hemen söyleyeyim. Ben en iyi ihtimalle günde 7 saat uyurum ve uzun bir süredir de uyku ortlamam 6 civarında. Yani iyi bir uyku çektim, sabah duşumu aldım ve neşeyle evden çıktım. Bulut’u kreşe bıraktıktan sonra Hacettepe’den geçerek okula gittim. Erken uyandığım için vaktim vardı, yavaş yavaş sürdüm arabayı ve çevreme bakındım. Belki Hacettepe’yi bilmezsiniz ama ODTÜ’yü kesinlikle bilirsiniz. Sisli ve sakin bir sabah ODTÜ’yü canlandırın gözünüzde. Sonbaharın sarıdan kırmızıya uzanan renk spekturumunu getirin gözünüzün önüne.
Gece yağan yağmur camlarımı pırıl pırıl yaptığı için, yakınımdaki herşey çok net görünüyordu. Sabah çiği ve sis uzaklara biraz gizem katıyordu, arabanın kaloriferi ayaklarımı tatlı tatlı ısıtıyordu ve mutluluğun kesinlikle fiziksel bir boyutu vardı.
Ben de kendime daha da iyi davranıp, kahvaltıda bire indirdiğim poğaçayı yine ikiye çıkardım.
EKİM 2005-2

Dün dünyanın en iyi insanıyla kahve içtim. Bu kişi benim eski bir arkadaşım ve adı Fatma. Öyle iyi bir insandır ki Hacca gidip zemzem suyuyla gusül abdesti alsan bu kızın yanında kendini yeterince arınmış hissetmezsin. Bu iyiliğini kışkırtıcı, fiyakacı ya da “bankacı” olmayan bir şıklıkla ve hakkaten güllaç gibi bir güzellikle taçlandırmıştır. Dün, belki bir yıl aradan sonra oturup, birer fincan kahve içtik. Bana başından geçen çok güzel bir hikaye anlattı. Fatma’nın klasik Polo’su var. Uzun zamandır bu arabayı kullanmaktadır ve güzel kadınların aksine arabasını onun için bakıma götürecek bir kocası, ya da sevgilisi yoktur. (Sanayiye gitse Mamak çöplüğüne melek düştü sanırsınız zaten). Arabası da Allah için kalender olsa da zaman zaman sorun çıkarmaktadır. Bir gün işlek sayılacak bir yolda istop eder araba. Birileri yardım eder umuduyla bakınır ama kimse ilgilenmez. Sonra bir kadın durup “sorun ne” diye sorar. Çalışmıyor cevabını alınca kadın “bujiler islanmıştır. Bir tane selpak ver, kaputu aç!” der. Kadın bujileri siler ama işe yaramaz. “O zaman vurduracağız,” der kadın. Fatma şöyle der:”Neresini vurduracağız?” Kadın açıklar. “Ben direksiyona geçeyim, sen de arabayı şu yukarı it. Sonra aşağı inerken..” Fatma “ben araba iteme” der. Kadın yoldan geçen birilerini durdurur. Kadın direksiyona geçer, vurdurur ve arabayı Fatma’ya verir.

Bütün bu vurdurma ve itme eylemi boyunca Fatma arabanın içinde arkada mı oturuyordu, yoksa akldırımda bekliyor muydu, sormayı unuttum. Ama arka koltukta bir leydi edasıyla oturmak ona daha çok yakışır.

Monday, January 16, 2006

SEYİR DEFTERİ - TRIAL VERSION

EKİM 2005

Modern tıbba mı inanıyorsun yoksa el gücüne, ustalığa mı derseniz bu gün cevabım el gücüdür, ustalıktır. Son beş günümün ikisini hastane de birisini sanayide geçirdim. Hastane dediğim yer de yenilir yutulur değil. Bahçeler Zen felsefesiyle düzenlenmiş, koridorlarda da Buda sessizliği hakim. Öyle SSK hastanelerindeki karmaşa falan yok, boru değil Ankara’nın son gözdesi özel hastaneden bahsediyorum . Kronik öksürük şikayetiyle gittim hastaneye. Hostes kılıklı, bankacılar gibi giyinen, çıtır mı çıtır kızlar ordusu, hızlı ama kibar kibar konuşarak karşılıyorlar sizi. Ay üssü Alfa gibi salonlarda bekleyip, bal dök ya la ya da Şokella sür ye ofislerde muayene oluyorsun. Kısaca kendimi son derece yabancı hissettiğim bir yer bu hastane. İkinci gidişimdeki doktor karımın işarkadaşının kocası çıktı, az biraz geyik yaptık, kendimi gurbette hemşeri bulmuş gibi hissettim. “Abim, abim benim..” deyip öpecektim adamı nerdeyse. İlk günün sonunda hosteslerden biri elime bir anket tutuşturdu, ben de “Doldurup yarın getiririm” dedim. Doldurdum ve götürmeyi unuttum . “Tekrar hastanemize gelir misiniz?” sorusuna şöyle yazdım. “Hayır. Hizmetleriniz benim için çok pahalı ve henüz medikal yetenekleriniz hakkında yeterli fikrim yok”. Nitekim onca MR’a (Metal fırTına, Manyetik Rönesans) rağmen net bir şey bulamadılar. Ancak insana hoş bir güven duygusu veriyorlar. İki günün sonunda yaklaşık 600 milyon liramı aldıkları için kendimi çok daha önemli hissediyorum. Yani ben aslında sağlığı için onca masraf yapan modern çağdaş ve yakışıklı birisiyim. Üstelik bütün bu parayı Nirvana tevekkülüyle ödedim. Zen bahçesinin sırrı buymuş meğer. (Neyse ki toplam paranın sadece %30’nu ödedim, sağolasın özel sağlık sigortası, sağolasın İzocam).

Dün ise bütün gün sanayideydim. Hem bir iki küçük arıza vardı (sağ sinyal yanmıyor vs.), hem de kış bakımı yaptırayım dedim. Bu arada İstanbul’da şöförlüğümle ilgili rencide edici yorum yapılmış, hepsinin farkındayım. Ajandama yazdım, dönecem ben onlara, dönecem ağızlarını burunlarını kıracam. Bütün gün sanayide yani Başkent Oto Sanayi’nde geçti ama araba cillop gibi oldu. Motorun sesi bile değişti. Artık teyp dinlemiyorum, motorun sesini dinliyorum . Araba çok daha iyi durumda. Tıkır tıkır çalışıyor meret. Anadolu motiflerinden oluşan, kilim desenli bir de kılıf aldım cillop gibi oldu araba. Üstelik hastaneden çok daha az para verdim ustaya. Ayrıca tamirhanede “Yani şimdi adam çıkıyor ben sağcıyım, ben solcuyum diyor. Sen şimdi neye göre diyorsun ki bunu? Bu gün savaş çıksa en kıral sağcı da, en kıral solcu da gider savaşa” diyen birisiyle tanıştım.

Sonuçta arabam artık daha sessiz çalışıyor, bense hala öksürüyorum.